28 Temmuz 2011 Perşembe

İki Korkak

Nedense sustumu dinlerken yazdım ve nedense susuyorum.

''iki korkağız biz
cümlelerin arkasına saklanan
söylenmeyen söylenenlerden
anlam çıkarmaya çalışan

iki korkağız biz
gecelere sığınan
karanlıkta birbirimizi buluruz umuduyla
bir sigara daha yakan

iki korkağız biz
delicesine seven
buna rağmen
dile getiremeyen

iki korkağız biz
ilk adımı birbirimizden bekleyen
sırf bu yüzden
bir adım ileri gidemeyen

iki korkağız biz
birbirimizi aklımıza getirip
tebessüm eden
gülüşlerimizi
kulaklarımızda çınlatan

iki korkağız biz
öylesine büyük ki sevgimiz
acaba diye ikilemler içindeyiz
evet evet biz

iki korkağız biz
ben senden
sen benden korkuyoruz
bir türlü biz olamayan bizden

korkma yanımda sen olacaksın
gel artık korkma
sığınağın olayım sığın bana
gel gel
ilk defa
mutluluktan ağla.''

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Of Yaa Çok Sıcak

Bazen yemediğim iki lokma yemek bile fazlaymış gibi geliyor. Birazdan yemek yiyeceğim, yine bir parça yine bir lokma. Sevdiğim yemekler haricinde en güzel yemek olsa bir iki lokma yer bırakırım. Bu huyumdan nefret etsem bile yemek seçiyorum. Karnım aç olsa bile yemem. Öyle cins bir huyum vardır. Rahatım ya ondan belki de. Kıymetini bilmediğimden de olabilir. Açlığı, susuzluğu, parasızlığı bir lokma yemek bulamamayı bir çoğumuz yaşamıyoruz. İstediğimiz önümüzde, istemediğimiz reyonlarda, raflarda her an ulaşabiliyoruz. Bazen bize çok bile diyorum, hak etmiyoruz gibi geliyor.

Bir kaç haftadır gazete ve tv'lerde hasıraltı edilen sonlarda yer alan görüntüler ve haberler var. Biraz önce gazete okurken yine takıldım. İnsanlar açlıktan ölüyor. Ufacık bir çocuk açlık ve susuzluktan erimiş, sadece kemik kalmış. Bizse beğenmiyoruz. Tadını, tuzunu daha iyisini istiyoruz, yüzümüzü buruşturuyoruz. Sonra mutlu değilim diye isyan ediyoruz. Biz mutluluğuzun farkında değiliz ve kaybetmeden asla farkına varamayacağız. Yanlış yerde doğmak mı, şanssızlık mı, dünyanın, doğanın dengesi mi bilmiyorum. Bir tarafta bu sıcakta denizde güneşlenen, eğlenen, sınırsızca tüketen insanların görüntüsü, diğer tarafta bir lokma yemeğe, suya ihtiyacı olan insanların görüntüsüzlüğü. Evet, görüntüsüzlüğü. Görmezden geliyoruz, öyle bir zamanki unutmaya alışmışız. Yine unutulacak, ben dahil. Yemek kuyruğunun ucu bucağı görünmüyormuş.

Görmezden geldiğimiz için görünmüyor olsa gerek.

Aşırı Dozda Yalnızlık

Bir insan ölmeyi istemez. Çok büyük bedensel, ruhsal engeller yaşamadıkça yani yaşayamadıkça kendine zarar vermek istemez. Hele ki bir çok insanın olmak istediği yerdeysen. Ün, para, şöhret, ışıklı tabelalar, dünyada herkesin seni tanıması, dinlemesi. Kısaca ünlü ve zengin biriysen ve genç yaşında hayatının sonuna kadar sana yetecek bir para kazandıysan, kazanmaya devam ediyorsan. Hangi insan bu durumdayken ölmek ister ki? Ne kadar aptalca ve saçma geliyor değil mi? Bize görünen bu.

Bu dünyanın sunduğu ise, her kapı açılıyor önüne. Sınırsız bir hayat yaşıyorsun. Her şeyi en uç noktalarda yaşıyorsun ve gözler önünde. Kendini ulaşılmaz yapıyorsun ve bu sefer gerçekten ulaşılmaz olmak için ulaşılamaz oluyorsun. Yapayalnız kalıyorsun zirvede. Ne acı.

Evet bu konuya Amy W. sebebiyle geldim. Hakkında yargısız infaz yapılan birisi. Sakın dinlediğimi ve hayranı olduğumu düşünmeyin. Aksine bir şarkısını az önce dinledim baştan sona bu kadar. İnsanlar ne kadar beyaz, ne kadar iyi ve ne kadar düşünüyor. Herkes bir başkası hakkında atıp tutuyor. Konuşuyor, ömrünü başkaları hakkında atıp tutmakla, yargılamakla geçiriyor. Ve ona bakınca yaşlandığına koca bir hiç görüyorsun.

Amy içinde aynısını söylüyor bu insanlar. Aşırı dozda uyuşturucudan öldü.

Bu akşam haberlerde tekrar bu cümleyi duyunca aklıma ilk bu başlık geldi. Ne uyuşturucusu lan, bildiğin aşırı dozda yalnızlıktan öldü bu kadın. Herkes zirveye çıkması için elinden geleni yaptı. Ona zirveye çıkana kadar elleriyle yardım etti. Hep arkalarındaydı, ailesi, arkadaşları, sevdiği erkekler. Ne zamanki zirveye çıktı, işte o zaman herkes onu zirvede yalnız bıraktı. Tek başına ne yapacağını şaşırdı. Bocaladı, içki, uyuşturucu iyi geliyordu ona. O zaman zirveden inip o insanlarla bir arada durabiliyordu.  Yoksa o ihtişamlı hayatın içinde neden bu kadar ölüme yakın olsun. Neden daha iyisini yapmak varken hayatına bile bile son versin.

Demek ki yalnızlık en büyük uyuşturucu. İnsanı günden güne zehirleyen ve öldüren. Şimdi yalnızlık güzeldir demeyeceğim. Elbette güzel yalnızlık, kafa dinleme anlamında. Kendine kalmak anlamında. Ama iş yalnız bırakılmaya gelince değişiyor. Herkes paranın, ünün, malın mülkün mutluluk getireceğine öyle bir inandırmış ki kendini gerçekleri bu yüzden göremiyor. Daha iyi bir hayat sunduğu su götürmez bir gerçek ama daha mutlu bir hayat kıldığı koca bir yalan. Bak kadın öldü gitti aşırı dozda yalnızlıktan.

Para yerine dost, arkadaş biriktirin. Bir gün onlar daha değerli olacaklar. Parayla satın alamayacağınız kadar.

26 Temmuz 2011 Salı

Nedensen Sustun

Şarkı değil bu.
Bir bencille bir yorgunun hikayesi.
Yani iki korkağın.

Üstüne tek satır yazasım yok hiçbir şeyin.
En iyisi bir sigara içip uzanmak.



24 Temmuz 2011 Pazar

Didem Madak

Bir şiir okumuştum çok etkilemişti, sonra o şairin bir kaç şiirini daha okudum. Daha sonra ise internette bulduğum bütün şiirlerini okudum. Harika bir dili, anlatımı vardı. Şaşırmıştım, hayran kalmıştım. Zaten bu yüzden kendi yazdıklarıma asla şiir demedim. Deseydim onların yazdıklarına hakaret ederdim. Biraz önce sözlükte profilime baktım, o sıralarda okuyup beğendiğim bir şiirine yazdığım entry oylanmış, şaşırdım. Aklımda acaba kim nerden bulup oyladı diye düşünceler kol gezerken sol tarafta  ''Didem Madak (10) başlığını gördüm. Tıklamam ile kısa bir şoka girmem bir oldu. Nasıl desem bilmiyorum. Yüzüm düştü, içim cız etti. Hiç konuşmadık, görüşmedik. Fakat bir şekilde ulaşmıştım ona. O bana geri dönmese bile beni okuduğuna eminim. Üzüldüm, kansermiş. Küçücük bir kızı varmış. Annesiz, şairsiz, şiirsiz kaldı. Mekanı cennet olsun. Bu dünyadan gitmeden ona bir merhaba deyip teşekkür ettim en azından. Şimdi gönderdiğim maili okudum, daha kötü oldum. ''Güzel Hayatlar Dilerim'' yazmışım son satırda. Dilemek yetmiyormuş.

Ahlar Ağacı

"bir ilaç içsem bari diye düşündüm,
biraz kolonya sürünsem,
ferahlasam, pencereyi açsam.
şöyle bir şey yazdım sonra:
yağmur, çamurlu bir elbise dikiyor şehre
sıkılıyoruz hepimiz bu çamurlu giysinin içinde.
berbattı,
bir şiire böyle başlanmazdı.
iç ses diye söylendim,
ardından yıldırım gürses...
aptal aptal güldüm bir de buna.
ayşecik vazoyu kırıyor
ve 'tamir et bakalım' diyordu babasına.
yapıştırsam da parçalarını hayatımın
su sızdırıyordu çatlaklarından.
karnabahar kızartmıyordu asla
başrolde kadınlar.
güçlü bir el silkeledi beni sonra
sanırım tanrı’nın eliydi.
sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan.
binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi,
çok şey görmüşüm gibi,
ve çok şey geçmiş gibi başımdan,
ah...dedim sonra
ah!
iç ses, diye söylendim
çocukken şöyle dua ederdim tanrı’ya:
tanrım bana hiç erimeyen,
kırmızı bir bonbon şekeri yolla.
eski tül perdelerden gelinlik biçerdik
kardeşimle kendimize durmadan,
olmayan çayları,
olmayan fincanlardan içerdik.
olmayan kapıları açardık,
olmayan ziller çaldığında.
siyah papyonlu olurdu mutlaka
resim defterimizdeki damat.
yedi günde yarattığımız dünya
mutlu olurduk pastel koksa.
ve şimdi şöyle dua ediyorum tanrı’ya:
olanlar oldu tanrım
bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!
kaybolmak istemiştim bir zamanlar
kapının arkasında yokum demiştim
ve divanın altında da.
bulamazsınız ki artık beni,
hayatın ortasında.
kaybolmak istemiştim bir zamanlar
beni kimse bulamazdı
tanrı’nın arkasına saklansam.
o kocamandı,en kocamandı o.
bir kız çocuğunun hayalleri kadar.
bir zamanlar kendimi
bulunmaz hint kumaşı sanmıştım.
kaç metredir benim yokluğum?
benden daha çok var sanmıştım.
benim yokluğumdan dünyaya
bir elbise çıkar sanmıştım.
dünyanın çıplaklığına bakmaya utanmadan
sonunda ben de alıştım.
ah...dedim sonra,
ah!
güzin ablası kitaplar olan bir kızdım,
içim sıkılmasa o kadar
tek bir satır bile okumazdım.
taş bebeğim ters çevrilince ağlardı
bir derdi var derdim.
derdimi demeyi ben taşbebeğimden öğrendim.
ninni derdim,ninni bebeğim!
cam gözlerini kapardı,naylon kirpiklerini.
plastik gözkapaklarının ardında,
bilirdim rüyaları yoktu bebeğimin,
gözyaşları da.
ağladıkça tükürüğümden sürerdim gözaltlarına.
bu kadar kolay harcamazdım rüyalarımı,
kırmızı çantamda bayram harçlıklarım olmasa.
insan çıtır ekmeği ısırdığında,
kırıklar dolar kucağına,
işte orası umudun tarlasıdır.
ve orada başaklar ağırlaştığında,
sayısız ah dökülür toprağa.
iç ses, diye söylendim
ve ah dedim sonra,
böyle ah demeyi beli bükük bir ahlat ağacından öğrendim.
dallarına salıncak kurardı çocuklar,
hızlı yaşanan bir hayatın şarkılarıydı salıncaklar.
meyveleri tatsızdı
eski bir lanetten dolayı
herkes dişlerdi acı meyvelerini,
ve herkes söverdi ona.
ismini yazardı herkes onun bağrına,
ah derdi o. ah!
bıçağın ucundaydı insanların hafızası
insan unutandır
ve insan unutulmaya mahkum olandır.
tanrı şöyle derdi o zaman:
ah!
ne çok dikeni vardı ahlat ağacının tanrım,
ulaşılamazdı,
sen sarılmak istesen ona,
o sana sarılmazdı.
ne çok dikenin vardı tanrım!
ne çok isterdim,
sana sarılamazdım.
ve şöyle derdim o zaman:
ah!
ahlat ahların ağacıydı,
yaşlanmaya başlayanların,
itiraf edilememiş aşkların,
evde kalmış kızların.
ahlat ahların ağacıydı,
cezayir nasıl cezaların ülkesiyse,
öyleydi işte.
ve etimoloji eti’lerden kalma
bir zaman birimiydi yanılmıyorsam.
ve yanılmıyorsam yalnız insanların,
kahvaltı edip ağladıkları pazar sabahları yokmuş o zaman.
mesela o zamanlar
mutsuz olduğunda insanlar,
yok olurmuş bazı dakikalar.
gülümsedim o sıra,
bazen sevinirim,
sevinmek nedense hep yedi yaşında
ve ah... dedim sonra,
ah!
bazen ah diyorum durmadan,
şimdi ben ahlatın başında,
otuz iki yaşımda.
ahlar ağacı gibi.
rengarenk çaputlar bağladım yıllarca dallarıma,
mavi, mor,kırmızı ve yeşil,
istedim,hep istedim,
sen iste derdim,iste yeter ki
vereyim.
her istediğimi verdim.arttım,fazlalaştım,
eksikli yaşamaktan.
ahlar ağacıyım,gibisi fazla.
başka bir şey istemem
artık beyazlaşan üç-beş tel saçıma,
hesabımı vermekten başka.
vasiyetimdir:
dalgınlığınıza gelmek istiyorum
ve kaybolmak o dalgınlıkta.
at arabasıyla kağıt toplardı
her sabah çingene kadınlar.
üst üste yığılırdı buruşuk kirli kağıtlar
şaşırırdım
kadınların mı yoksa kağıtların mı memeleri kocaman?
bir zamanlar öfkem beni zora koşardı.
kızıl yelelerim yapışırdı terli alnıma
ne eğere gelirsin ne de semere derledi bana,
yeniden doğmuş olurdum oysa,
öldüğümü sandıklarında,
yalnızca kağıtlarda iyi koşan bir at olarak.
vasiyetimdir:
en güçlülerinden seçilsin
beni taşıyacak olanlar.
ahtım olsun,
yükleri ağırlaşsın diye iyice,
tabutumun içinde tepineceğim.
bir göl vardı evimizin karşısında,
mavi gözleri olan,
kara yağız bir şehirde yaşamışım meğer yıllarca.
ya siz,
nasıl bilirdiniz çocukluğunuzu ey cemaat?
nasıldı
öldürdüğünüz birinin cenaze namazını kılmak?
ilk üç vişneyi verdiğinde bahçedeki ağaç
annem sevindiydi hatırlarım.
ah demişti.
ah!
üç küçük kırmızı dünya verilmişti sanki ona.
annem çok sevinmelerin kadınıydı.
bazen sevinince annem gibi,
rengarenk reçeller dizerim kalbimin raflarına.
annem çok sevinmelerin kadınıydı,
sıcak yemeklerin.
başına diktikleri o taş,
ne zaman dokunsam soğuktur oysa.
ben okşadığımda ama,ısınır sanki biraz.
iç ses!
bu bahsi kapa!
mutfağa gidip domates çorbası pişirdim.
çoktandır öksüz olan mutfakta
buğulandı ve ağladı camlar,
gözyaşlarını kuruladım perdelerin ucuyla.
çoktandır öksüz olan dünyaya baktım,
allah babasıyla baş başa kalmış insanlara,
poşetin tamamını beş bardak suya boşaltınca,
sanki biraz rahatladım.
kazanlar dolusu çorba kaynatsam sanki,
artık kimse mutsuz olmayacaktı.
ah...dedim sonra,
ah!
iç sıkıntımla çektirdiğimiz bu fotoğrafta,
aynı vampir gibi çıkacağız.
kırmızı çorbama ekmek doğrayınca,
sanki biraz ferahladım.
karıştırdım ve iç ses diye fısıldadım:
hala aç mısın?
bir tren geçti yine tam o sıra
ustura gibi kara,
düdük çala çala,
geçti şiirimin ortasından.
kes şunu dedim,kes artık!
oldu olacak,
kan kardeşi olsun ruhumla yollar.
merak ederdim,
kesik başları ve sarı ışıklarıyla
nereye gider bu insanlar?
raylar uzanırdı içimde kilometrelerce
bir kara yılan gibi,
bilemezdim menzil neresi?
ah...dedim sonra
ve acilen makas değiştirdim.
iç ses, diye söylendim,
raydan çıkma bundan sonra.
kuyruk sallardı,
annemden kalma maaşım
her üç ayın sonunda.
sevinirdi,
kocaman bir kara kediyi okşamış gibi ellerim.
sarımsak kokulu fötr şapkalı amcalarla,
muhabbet ederdik kuyrukta.
bizler sarımsak kokan uzun bir dizenin,
fötr şapkalı kelimeleriydik,
çürük dişlerimizle bizler,
dökülmüş harfler gibi kelimelerden,
saf ve pembe gülümserdik.
bizler her üç ayın sonunda yeniden doğan bebeklerdik.
neden ilerlemiyor bu kuyruk derdik,
neden hep aynı yerdeyiz,
hayattan söz edilirdi,
zor denirdi,
ve ardından susulurdu mutlaka.
fötr şapkalı amcalardan biri
ah derdi sonra,
ah!
kuyruk öfkeyle kıpırdanırdı o zaman.
bir arap şairi şöyle demiş,
savaşta yenilen halkına,
ağlamayın,ağlamayın,acınız azalır

uzun bir dize dayardı hayat her sabah karnıma
şiir için düelloya gelmiş bir sevgili gibi,
sorardı:
daha yazacak mısın?
hayır derdim,
artık yazmayacağım.
ama şöyle denir:
kılıç çeken kılıçla ölür.
ama şöyle denir:
kaderden kaçılmaz.
ama yazgısını yaldızlı çokomel kağıtları gibi,
tırnaklarıyla düzeltemiyor insan.
yıllarca biriktirdim
rengarenk çokomel kağıtlarını kitap aralarında.
aşık olduğumda,
çikolata kokardı kırmızı yazgım.
hayatıma hayat diyemem artık.
sarı yazgım her sonbahar onu
biraz daha fazla,ömür yaptı.
maviye de, yeşile de dili dönmez ömrümün artık.
kara yazgımı şimdi kim bilir
hangi kitabın arasında saklıyorsun tanrım?
ah.. dedim sonra
ah!

iç ses, diye söylendim,
başımda rüzgar vardı
başımda uğultular...
kalbim usulca kıpırdardı
ve ses çıkarırdı dokununca
çan çiçeğiyle karıştırırdı onu belki
bir başkası olsa.
başımda rüzgar vardı,
yine esiyordum
hızla dönmeye başladı kalbim
rüzgargülüyle karıştırırdı onu belki
bir başkası olsa.
başımda uğultular...
fırtına çıktı sonra,
yaşadığını anladı kalbim,
böyle yaşanamaz derdi
bir başkası olsa.
bir zamanlar meydan okumak isterdim.
kaç meydanını okudum da bu hayatın.
yalnızca iki harfini öğrendim:
a
h!
ah benim nergis kokulu cehaletim...
ruj lekeleri bıraktın bardaklarda
anlatmak isterdin kendini durmadan
bir bardağa bile olsa.
ne diyecektin, ne söyleyecektin
şairlerin şahı olsan,
bir ah’dan başka.
ah benim nergis kokulu cehaletim
bana yıllarca, bunca sözü boşa söylettin.
ah!
güçlü bir el silkeledi beni sonra
sanırım tanrının eliydi,
sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan,
çok şey geçmiş gibi başımdan
ah dedim sonra,
ah!
iç ses, diye söylendim.
gel!
ahlar ağacından sen de biraz meyve topla.
vasiyetimdir:
bin ahımın hakkı toprağa kalsın''

19 Temmuz 2011 Salı

Dış Görünüş

Karar vermede ilk nokta. Belki de en önemli nokta. Bir insana yaklaşmadan, konuşmadan, atılan ya da atılmayan adımın sebebi, en belirleyici unsur. Ne kadar doğru peki? Hep yanlış çıkıyor değil mi? Bugün yıllardır görmediğim eski bir arkadaşı gördüm. Merhaba, nasılsın faslından sonra çalıştığı yerin adını söyledi. Orada bir arkadaşım çalışıyordu. Adını söyledim, tanımıyorum dedi. Tarif ettim, yine tanımıyorum dedi. Eski bir eleman olduğu için tanımaması, bilmemesi imkansızdı ve benzeri olduğu ünlü ismi söyledim hatırladı  ve ekledi;

- bize gelmez, muhabbetim yok.
+ neden.
- bizi aşar, bize gelmez.

Lan neden sana gelmesin, niye seni aşsın. Konuşmamasının, muhabbet etmemesinin tek sebebi uzun saçları, küpesi ve giyim tarzı. Tamamen dış görünüşü sebebiyle. İtici bir görünüşü yok bana göre, aksine farklı ve hoş bir hali var. Ayrıca yaptığı iş, konuşmaları ve yaşı gereği bir çok insandan farklı gelir. Daha bir severim bu yüzden. En sevdiğim özelliği kendi olanlardan, olmayı başarmaya çalışanlardan. Ama gel gör ki, onunla bir kelam etmemiş adam adını duyunca yüzünü ekşitiyor 'he o mu'  diyerek. Neyse dedim bu cümlelerden sonra pastane kapanmadan gideyim ben.

Öyle güzel yargılıyoruz ki ve öyle güzel asıyoruz ki tanımadan insanları. Sonra pişman oluyoruz, ''ya ben seni farklı düşünmüştüm, böyle hayal etmemiştim. Çok farklı ve iyi biriymişsin.'' lan senin aklın, düşüncelerin ve ön yargın ne kadar kötü bunun farkına varamadın ki yıllarca ve hiç varamayacaksın ömrün boyunca.

İnsanları dış görünüşüne ve elbiselerine göre asmayın ve değersiz yargılarla değer vermeye çalışmayın. Dün ''izle'' dediğim filmde çok güzel bir cümle vardı.

''Asıl ucuz olan ne biliyor musun?
5 kuruş vermeden savurduğunuz yargılarınız.''

Öyle hesapsız ve pervasızca harcıyoruz ki yargılarımızı, sonunda pişman oluyoruz. Özür diliyoruz gerçekler kendinden geçtikten sonra. Elbiseyle adam olunsaydı, denize kimse şortla girmezdi. olmadı di mi ahahah. Neyse o özlü sözleri yazasım yok, anladınız işte. Ben mesela öyle farklı birini (bana göre kendi olan) gördüğüm zaman aynı ortamda isem mutlaka konuşur, bir şeyler paylaşırım o anın keyfini çıkarırım. Ama insanlar işin en ucuzuna kaçıyor. Konuşmak, dinlemek ve anlamak yerine tek itibar ettiği şeye yöneliyor. Ona her zaman yön veren süper gücü düşüncelerine.

Aldanmayın, insan kendini kalbinde taşır. Bir bez parçasına, iki üç tutam kıl, tüye bakıp karar vermeyin. Kararsızlığınız ve düşüncesizliğinizden başka bir şey değil bu.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

İzle

Ben insanları arabaların camına vuran yağmur damlalarına benzetiyorum. Bazen bir damla aşağı doğru kayarken başka bir damlaya karışıp güçlenerek daha hızlı ilerliyorlar. Bende sana karıştım aşkım. İnsanlar acımasız, savurgan. Hiçbir şeyin sonu gelmeyecekmiş gibi davranıyorlar. Bir gün şöförün camı açabileceğini hiç düşünmüyorlar.

Halen kapalı o cam biliyor musun?

Acılar Hep Tatlı Geliyorlar 



17 Temmuz 2011 Pazar

Meyil

İnsanoğlu çok şeye hemen hemen her şeye meyilli. Yapabilir, yaptırabilir veya yapılmasına aracı olabilir. Konu, kişi, olay fark etmiyor. Mutlaka meyilli olduğu her ne ise bir şekilde katkı sağlıyor. Bunun iyi taraflarından bahsetmeyeceğim. Şu zamanda insanlar tam tersi istikamette bir meyil gösteriyor.

Kırmaya, parçalamaya, zarar vermeye, öldürmeye, yok etmeye, bitirmeye meyilli.

Konuşarak yapıyor bunu. Eleştirdiğini düşünerek, taraf olduğunu unutarak. Görmeden, bilinçsizliğini bilmeden, cahilliğini ya da bilgisizliğini kabul etmeden arsızca, sınırsızca konuşarak.

Ezerek yapıyor bunu. Paranın ya da mevkisinin verdiği geçiçi güç ile. Yerin dibinde olmayı hak ederken, insanları yerin dibine itiyor, sokuyor.

Korkutarak yapıyor bunu. Tehdit ederek, döverek, sorunları şiddetle halletmeye çalışıyor.

Öldürerek yapıyor bunu. En kötüsü, en zalimi bu. Neden, niye yaptığını bile bilmeden. Amaçsızlığını amaç edinerek. Daha doğrusu öldürmeyi.  Toprak uğruna insanları toprak ederek. Bir parça daha toprağa kavuşmak için, onlarca can alarak. Kazananı olmayan savaşlar vererek. Bu yüzden tarih kitaplarında hep kazanılan savaşlar anlatılıyor ''şanlı zaferler'' adı altında. Diğerleri es geçiliyor şansız ölümler adı altında. Öldürerek kazanmayı bile şanlı zafer olarak düşünüyoruz. Öyle bir robotlaşmış ki insanoğlu, en son noktada sorunları öldürerek halledebiliyor. Cinnet mi? yapılması gereken mi? bilemem. Ama bildiğim en güzel söz şu;

''Barışı koruyan bizim silahlarımız, tehdit eden ise başkalarınınkidir''

İnsanlar artık meyilli. Tüketmeye, bitirmeye, yok etmeye, son vermeye.
Keşke biraz olsun göstermelik değil de gerçekten sevmeye, dinlemeye, görmeye meyilli olabilseydik.

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Bir Başkasının Yaşantısıdır Dönüp Arkamıza Baksak

Başlığı 3 kere arka arkaya okuduktan sonra anladım, erken anladığıma bile şaştım. Bu saatte böyle bir satırla karşılaşmayı ummuyordum. Hani ah ulan İstanbul dersin ya Haydarpaşa tiren garında öyle bir tebessüm işte. İ'ye aldırma. İ'lere hiç aldırmam ben. Biri i koyuyorsa araya bilinçli bir i dir o.

Çok insanın hayatım dediği, bir başkasının hayatı yaşadığı sandığı. Binlerce kez dönüp ardına bakıyorsun, bakıyorsun. Gördüğün manzara tek kelimeyle anlatabileceğin kadar kısa. Keşke.

Bir başkasının hayatı o, başkalarının istediği ve başkasının yaşadığı. Yaşamaya çalıştığı, yaşıyor gibi göründüğü. Ömrünün sonuna dek mutsuz bir mutluyu oynadığı bir hayat. Başrolde hep gülen bir insan. Perde kapanınca alkışlar arasında ağlayan.  Herkes sanıyor ki ağlaması başarıdan. Bilmiyorlar ki yalnızlıktan, yaşanamayanlardan. Onların yargıları, onların kararları, çünkü bu onların hayatı. İnsanın özgürlükler içinde esir olması kadar acı bir şey yok herhalde. Ailesine, arkadaşlarına, gerekli gereksiz bir sürü insana. Herkes neredesin diye soruyor, yalnız mısın diyen yok.

O bir başkaları ne der diye düşünmekten yaşamaya vakit bulamıyor insan. Varsa yoksa başkalarının yargıları, düşünceleri. Acaba onu/onları memnun edebilir miyim? Acaba o/onlar iyi hisseder mi? Ne yapsan, ne yapmaya karar versen iyi ya da kötü hep karar anında onlara sormaktan kendi kararların koca bir hiç. Hataları ile pişman olması varken insanın, başkalarının yargılarına esir bir hayat sürüp yıllar sonra keşke demek. En kötüsü de ne biliyor musun? O başkaları kendi hayatlarında bile doğru düzgün karar verememişler, mutlu olamamışlar, istediklerini asla yaşayamamışlar. Pişmanlıklarla dolu hayatları. Zaten tek sebep bu. O bitmek bilmeyen yargı bu yüzden her an ensende. Pişman olmasalar dilediğini yaşa derlerdi sana. Gözyaşı bu acıdan da akıyor mutluluktan da. Ne kadar kötü geri dönüşü olmayan yollarda geçmiş diye bir tabela aramak. İndirmeli insan o geçmiş denilen valizi sırtından, çıkarmalı ağzından takıldığı geçmiş denilen oltayı.
Yaşanmayı bekleyen onca şey, tutkularına esir olmak varken onlara tutsak olmamalı mutluluğu arayan.

''Bir başkasının yaşantısıdır dönüp arkamıza baksak
çünkü yaşadıklarımız bir başkasının yargısına tutsak..."

Bu da benden gelsin.

Hiçbir şeyin.

''Bir gün herkesin giderse uzakalara
Bir gün herkesin terk ederse seni yalnızlığa
Bir gün herkesin iterse seni uçurumdan aşağıya
Bir gün herkesin biterse dudaklarında
O gün hiçbir şeyin olan beni hatırla.''

14 Temmuz 2011 Perşembe

Aldatmak

Güzellikle doğru orantılı düşünüyor  bu aldatmak hadisesini herkes. ''Güzel kadın aldatılmaz, güzel kadın nasıl aldatılır. Bu kadına o yapılır mıydı.'' Herkesin ortak fikri bu. Güzellik denilen şey gerçekleri örtüyor ve herkes bir ayrıntıyı es geçiyor. Güzel ya da çirkin, anne ya da sevgili kadın aldatılıyor. Her şekilde yalanlara, ihanete uğruyor. Ruhunu verdiği başka tenlerde yeni bir ruh arıyor. Ama bir kere ruhunu çaldığı kadını kenarda tutuyor. Nasıl olsa geri dönecek, nasıl olsa o bekleyecek ve hatta affedecek, gururunu ayakları altına alarak. Çünkü seviyor.

Seven. Köküne inersen bunun bana göre seven: Sonsuza kadar seven anlamına geliyor. En seviyor çünkü. En çok sevdiği, en çok değer verdiği, bütün çokların onda anlam bulduğu sevilen. Herkes aldatabilir, kandırabilir. Milyon tane bahane ve sebep sunabilirsin bunun için, kendini haklı çıkarmak için. Aldattıktan sonra hiçbirisinin anlamı ve değeri kalmasa bile.

Seven insan aldatmaz arkadaş. Seven insan sever. Gözleri ondan başkasını görmez. Aklının içinde, kalbinde, düşüncelerinde ondan başka bir şey olmaz. Varsa yoksa odur, o her şeydir. Çapkınlıkmış, alkolmüş, bir anlık boş bulunmakmış hepsi hikaye. Deliler gibi sevdiğini söylediği bir insana bunu yapamaz insan olan, seven.

Bir erkek olarak bu durumu daha açık ve net görüyorsun. Evet görüyorum, duyuyorum. Durum tek kelime ile rezalet. En çok o delice sevildiğini düşünen kadınlara acıyorum. Mutlu aile tablosunda yer alan o kadınlara. Tablonun dışında onlarca fırça darbesi var başka kadınlar tarafından atılan ve asla bilinmeyen, bilinmeyecek olan. Ciddiyim aklım almıyor bu durumu. Bir çoğu namus abidesi kesilen erkekler. Yaptıkları namussuzluğu çapkınlık kisvesi altında örtmeye çalışan erkekler. Yazık lan, bir de yaptıklarını gayet normalmiş gibi duyuranlar, göstere göstere yapanlar var ki bu daha da rezalet hatta daniskası. Bir de ben namusluyum diye ortalıkta göğüslerini kabarta kabarta gezmeleri yok mu? var, beni öldürüyor. Bir diğeri bu duruma ses çıkarmayan ve halen mutlu kadın rolünü oynayanlar, bu rezalete çanak tutanlar var. 'Erkektir yapar.' Bi çay koyun bir zahmet. Bu kadınlar aldatılan ve ayrılan kadınlardan aciz bana göre. En azından öbürleri başı dik ve onurlu, aldatıldığını ve gerçekten sevilmediğini kabullenip arkasına bakmadan gidiyor. Gerçekler acıtsa da kabul ediyor.

Sen hayatını, hayallerini, mutluluğunu, mutsuzluğunu her şeyini o insana göre ayarlıyorsun ve o insanın gözleri sana bakıyor ama aklı bambaşka yerlerde. Sevilmiyorsun, sevilen sadece tenin. Sevilen binlerce tenden birisin. Ne acı değil mi? ettiğin tebessümler.

Geçenlerde bir blogu tesadüfen okudum. Evli ve 2 çocuk babası bir adam. Her yazısında farklı bir seks deneyimini anlatıyor ve bunları gururla anlatıyor en ince ayrıntısına kadar. Çocukları onu baba, karısı onu bir eş olarak bellemiş. Mutlu bir aile tablosu ve yazılardan çıkan profil samimi bir adam hesapta. Ne kadar acıdım o kadına. Ve ömrü billah haberi olmayacak muhtemelen. O kadar çok aldatılmasına rağmen olmadığına göre. Ama bir gün yakayı ele verir, umarım verir.

Burayı tesadüfen okuyan ve bu aldatan grubuna giren insana bir çift sözüm var. Çok önemli ve mühim bir bok yemiş gibi insanlara anlatmayın yediğiniz naneleri. Anlattığınız şey sizin ne kadar çapkın olduğunuz, yakışıklı olduğunuz ve bu sayede yaptığınız rezillikler değil değil. Anlattığınız şeyler sizin ne kadar şerefli olduğunuz.

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Yusuf İle Züleyha

Televizyonda özellikle ramazan aylarında çokça denk gelmişsinizdir.  Hz. Yusuf'un hayat hikayesine. İzlediniz mi bilmem: Kardeşleri tarafından kuyuya atılması, babasına öldü denmesi, köle olarak Züleyha'ya hediye edilmesi, zindana atılması, zindanda rüyaları yorumlaması ve bunların sonucunda Mısır'a yönetici olması.

Bu aralar uykum felaket kaçıyor, kaçmayı bırak hiç gelmiyor ayak uyduruyorum bu duruma haliyle. Ne yapayım, ne edeyim derken Nazan Bekiroğlu'nun Yusuf İle Züleyha'sını okuyayım dedim. Okumaz olaydım değil haha gözlerim kapana kapana yaklaşık kalan 120 sayfasını okudum ve bitirdim kitabı. Yaşananlar mı masalsı, yoksa yazarın dili mi mükemmel, benzetmeleri, tasvirleri mi harika bilemedim. Şu an ve daha önce piyasada bulunan bestseller olmuş aşk kitaplarından daha mükemmel, daha harika. Her cümlesi başka bir güzel kitabın. Sonlara doğru herkesin nefret ettiği (tespite gel) Firavun'a bile acıyabilirsiniz. O derece içten yazılmış, kaleme alınmış bir kitap. Eksiği yok fazlası var kitabın. Her cümlesinde ayrı bir güzellik saklı. Buraya hangi satırları kopyalasam diye düşünüyorum, satırların içinden çıkamıyorum. Derken kısa bir bölüm size.

Ve biraz önce kitabı okurken şunu yazdım haha. Kendini katmasa ölecek. :)

-sensiz geçen yıllarda-

''yüzümde yan yatmış elifler
gel de çizildiğine değsinler.''


Eğer ki okumadıysanız okuyun her şeyiyle fazla ve eksiksiz bir kitap/hikaye/gerçek.
Kısa bir bölüm.

GELSENE

''Tepeden tırnağa kırmızılar giymişti Züleyha. Bir mücevher ve ıtır sağanağının arasında en az, en takısız ve en sade hali kadar alımlıydı Züleyha. Boynunda üç sıra elmastan göz alıcı bir gerdanlık. Sol kolunun dirsek hizasında ta Potifar'a gelin olarak geldiği geceden kalma yılan başlı zümrüt gözlü bir kolluk. Mısr'ın en gizemli ve kıymetli kokularıyla parlatılmış saçları Züleyha'nın gece karası. Züleyha'nın saçları arasına serpiştirilmiş taşlı iğneler, gür bir ırmağın gecesi üzerinde asılı kalmış yıldız topları.
Züleyha'nın kalbinde acı. Gözlerinde Züleyha'nın alev alev yanan karanlık.
Züleyha'nın gözleri bir büyülü siyah korku. Kimin gözleri değse Züleyha'nın gözlerine, Züleyha'da bir şeyini unutacak. Kime gözleri değse Züleyha'nın onda kendinden bir şeyler bırakacak.
Hazırlık varsa intizar vardır. Gelsene, dedi Züleyha ıslık gibi kısık, bir lirin nağmesi kadar kışkırtıcı, berrak ve aydınlık sesiyle. Gelsene. Yerinden kalktı sonra, kapıyı sımsıkı kapadı. Oda, dört duvar demek. Oda, kapısı kapanınca günah kadar çağrıcı Züleyha demek.
Günah kadar çağrıcı Züleyha yineledi: Gelsene! Kötülük kadar kışkırtıcı Züleyha yineledi: Gelsene!
Şimdi Züleyha'nın odası Yûsuf'a gecikmiş bir kuyu ve erken bir zindandı. Züleyha'nın odası kuyuydu ve zindandı. Nasıl kuyu zahirinde karanlık, batınında aydınlık olduysa Yûsuf'a, nasıl zindan evvelinde karanlık âhirinde aydınlık olacaksa Yûsuf'a-Öylece başlangıçta karanlık son/ucunda aydınlık olacak Yûsuf'a Züleyha.
Lâkin yolun başı karanlık. Kuyu karanlık. Zindan karanlık-Bu yaman bir sınanma. Züleyha kapkaranlık, daha zorlu sınan'
Çünkü odasında Züleyha ilk bakışta aydınlık mı aydınlık-
ma değil mi ki zora tahammül kolay, güzele tahammül zor haddi zatında.
Üç nasip: Kuyu. Zindan. Züleyha.
Üç sınanma: Kuyu. Zindan. Züleyha.
Üç derinlik üç karanlık: Kuyu. Zindan. Züleyha.
Aşılırsa, üç aydınlık: Kuyu. Zindan. Züleyha.
Gelsene, dedi güzeller güzeli Züleyha, gelsene. Sesi ırmağın dibinden gelen bir musiki. Bitimsiz bir ezginin bilinmez güzellik vaadi. Deniz atlarının, su yosunlarının yemini. Gelsene!
Gel, sana gül bahçesi nedir göstereyim, göster gül bahçelerini göreyim. Sonsuzluk ne demekmiş gel bende bil. Ne demekmiş sonsuzluk sende bileyim.
Cennetin nasıl tamamlanır sana öğreteyim, nasıl tamamlanır eksik cennetim senden öğreneyim.
Ben ki senin geldiğin çöllerin yüzlerce yıl susuz kalmış ceylânıyım, indim su içmeye senin kıyına. Susuzluktan ölmektense su içerken ölmek yeğdir bana.
Tutuklayıp eylemimi, ruhumu özgür bıraktın. İçim ateş bahçesi de yasaklı serüvenim. Sarsılıyor kalbim yedilerinden, bunca sarsıntıyı ben kazasız belâsız nasıl geçeyim? Kan istiyorsan al işte eşiğindeyim. Razıyım öl bende, sende öleyim.
Gizli bir bahçesin, aç kapılarını, derununda dirileyim. Bilinmezsen yok olursun, ruhsat ver seni de dirilteyim. Gizli saklı bir hazine, yitip gitme bilinmeden, sana ebedîlik ağacı ve bitimsiz bir saltanat vereyim. Sende bileyim, sende bilineyim.
Gör kölenin nasıl efendi olduğunu, bil efendinin nasıl bir arıda köleye dönüştüğünü.
Kuruyan toprağıma su ol yeter ki gel, yağmur ol in bağrıma gel!
Bu kadar ısrarla çağırmadı kimse kimseyi, tamamla bu fethi, Sun bana zaferimi.
Bir ırmaksam döküldüğüm deniz ol, bir denizsem kuytularıma sokul bana akan ırmak ol. Bir takdime sana kalbim, bir sunu sana bedenim.
Yeter ki senden muradımı alayım güzel, yeter ki sana muradımı vereyim.
Züleyha kırmızılar içinde, yanakları daha kırmızı; dilinde zehirli çiçeklerin alevi, böyle dil döktü saatlerce. Yûsuf'un gözleri bir an bile dikili olduğu yerden kaymadı, Allah şahitti. Züleyha ne kadar ateşse Yûsuf o kadar iffetti.''
.

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Sevgililik

haha süper bir tanım okudum yine yazmazsam çatlarım.

Günümüzde, bak bak aşk doktoru kesildi başımıza. Evet günümüzde sevgililik denen olay şundan ibaret.

''Sözleşip cafelerde buluşmak.'' haha ne güzel tanımdır, ne güzelliktir. Bunun devamı facebook ve msn hatta twitter'da devam eder. En sevdiğim facebook albümleri. İlk önce ilişkisi var bildirimi. Bunu gördüğün an yandın. Yüzlerce mutluluk pozu, sarmaş dolaş. Ulan en aptalcası bu geliyor bana. En sevdiğin insan kollarında, göz gözesin, sarılmışsın en mutlu anın. Bunu gereksiz onlarca kişiye gösterme merakı ve 'hasan ali bunu beğendi' saçmalığına ne ihtiyacın var arkadaş. Bırak özel kalsın, güzel kalsın. Göstermem lan ben haha. En güzel en özel şey geliyor bana. Kendi kendime bakar, güler, mutlu olurum. Sonra o doğumgünü, nişan, düğün fotoğrafları yok mu. Allah sizi bildiği gibi yapsın. Ya sonra? sonrasını düşünmüyor işte. Aylar, yıllar sonra bir bakıyorsun. Sırayla özlü sözler dökülmeye başlıyor kişisel ileti kısmından. Dur hemen bir örnekle taçlandırayım. ''Bir ilişkide, nicelikten çok nitelik önemlidir. Ne kadar uzun süre sevdiğimiz asla önemli değildir. ama ne kadar çok sevdiğimiz önemlidir.'' aynen kopyaladım, kendince ayar veriyor eski sevgiliye. Yapıyorsan yapma bunu, çok berbat görünüyor.

Sevgililik olgusu yerlerde değil. Artık sanal alemde sürünüyor. Bırak içinde yaşa her ne yaşıyorsan. İkiniz bilin, hangi saatte neredesiniz, hangi filmi izlediniz, ne yediniz ne içtiniz. Bırak özel kalsın, sana ve size kalsın. Yaşananalar. Ne yaşadığını bilmek isteyenler bir zahmet gözlerine baksınlar. Gözlerinden okusunlar her şeyi, okumayı akıl ederlerse.

İki tane romantik film izlemenin bünyeye yan etkileri ahah.

Konuşmayan Bir İnsanı Dinlemek

Gariptir. Cidden konuşmayan bir insanı dinlemek kadar garip bir şey yoktur. Düşündüm haha düşünüyormuş bak sen, neyse ilk aklıma gelen babannem oldu. Babannem konuşurdu, öyle bir konuşurdu ki, uzun zaman aldı söylediklerini anlamak. Uzun bir zaman aramızdaki diyalog şu şekildeydi.

- Babanne nasılsın, ne yapıyorsun?
+ Kimseye bişey ettiğim yok, oturuyorum.

Ne kadar saçma, ters, kötü ve berbat bir cevap görünüyor değil mi? İlk başlarda bana da böyle geliyordu. Ve bu diyalog uzun bir zaman sürdü. Aylarca diyebilirim haha. Bildiğin Sürahi hanım. Ki başka kimsem yoktu. Koca evde ikimiz. Küs gibi otururduk. Doğruca odama gider ders çalışırdım. Bu yüzden okulda ilk dönem dereceye oynuyordum ahaha. Demek ki her şeyde bir hayır varmış. Laf aramızda babannemin lakabı profösördü. Her şeyi bilirdi. İstanbul'da yaşamış, görmüş geçirmiş bir kadındı. Lafı gediğe öyle bir koyardı ki 3 gün kendine gelemezdin. Derli toplu, düzenliydi. Unutamadığım en güzel şey sabahları son ses radyoyu açar trt fm'de Türk Sanat Müziği dinlerdi. Özellikle pazar sabahları güzel şarkılar oluyordu ahaha. Lan ne güzel şarkısı uyanayım diye yapıyordu. Bir kere de günaydın de be kadın.  Böyle bir kadındı işte. Akşama kadar pencerenin kenarında otururdu. Bir şeyler diker, pencereden dışarıyı gelip geçenleri seyrederdi.  Bir gün dayanamadım artık sordum.

- Babanne bu kadar sene nasıl yalnız yaşadın sen.
+ (bahçedeki erik ağacını gösterdi bak dedi) Kaç tane erik var görebiliyor musun?
- Bir sürü, ağaç sayılamayacak kadar erik dolu, ne bileyim.
+ Ben onları saydım işte.

10 dakika kadar kendime gelemedim herhalde. Aklıma geldikçe yine kendimden giderim. O günden sonra anladım, konuşmayan bir insanı dinlediğimi. Dile kolay 35 sene yalnız yaşamak ne demek bilir misin? Bilemezsin. İnsan konuşmasını unutuyormuş. İnsan susmayı öğreniyormuş ve seviyormuş. Sessizlikte huzuru buluyormuş. Alışkanlık diyebilirsin, ketumluk diyebilirsin. Ama haksız diyemezsin. Ben diyemedim.

Artık neden ve niye konuşmadığını anladıktan sonra her şey daha bir farklı geldi. Aslında onu kimse dinlemiyordu. Aydan aya, yıldan yıla telefonlar, ziyaretler. Yanlış anlama kimse bakmıyor meselesi değil. Bilakis bütün ailesi, çocukları ve torunları her zaman yanında ve halen. Bu yalnızlık bambaşka bir yalnızlık. Yılların yalnızlığı. İnsana susmasını öğreten bir yalnızlık. Kafka demiş ya 'konuşmasını unuttum' öyle bir yalnızlık. Konuşmasını unutturan cinsten.

Aradan çok uzun yıllar geçtikten sonra anladım neden sustuğunu. Ama şimdi gel gör anlatmaya başladı mı, masal anlatır gibi dinle o koca çınarı ve ne gariptir ki herkese anlatmaz o güzel masallarını, anılarını, yaşadıklarını. Keyfi yerindeyse ve kalabalık değilse etrafı sevdiklerine anlatır sadece. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar hatırlar ve anlatır. Gözlerinden süzülen bir kaç damla yaşı silerek. Ve o kimseye bişey yaptığım yok diyen kadın eğer yalnızsak başlar konuşmaya oradan, buradan anlatır. Anlattıkça anlatır. Zaman su gibi akar farkına bile varamazsın.

Konuşmayan bir insanı dinlemek yıllarını alır insanın. Hem neden konuşmadığını hem de anlattıklarını.

Hiçbir şey göründüğü gibi değildir.

10 Temmuz 2011 Pazar

Oda Arkadaşı

Ne zaman bir arkadaşa ihtiyaç duysan
elin rehbere gider
karıştırırsın isimleri, sırayla okursun
birinin sadece seni dinlemesini istersin
susup saatlerce seni dinlemesini
tekrar en başa dönersin
telefonu bir köşeye
kendini bir köşeye fırlatırsın
düşünürsün
anlarsın ki hepsi arkadaşın
sonra birileri gelir yanına
akıl verir
arkadaşlarınla git toz dolaş eğlen
isimlerini bile sayarlar
- ahmet'i ara
+ çalışıyormuş
- ali?
- hastaymış
+ merve
- tatile gitmiş.
- e üst kattaki elif'le sinemaya git, o da arkadaşın sayılır.
+ evet oda arkadaşım, sadece oda arkadaşım.

Artık herkes birbirinin oda arkadaşı. Aynı oda da yaşayıp sadece birbirine günaydın ve iyi akşamlar diyen arkadaşlıklardan ibaret arkadaşlık denen şey. Yalan her şey, eski bir şarkı artık arkadaş. Etrafında onlarca oda arkadaşın var. Ne gariptir ki bir ya da iki tanesi seni tanıyor. Diğerleri için bir günaydından ibaretsin. Herkes bir sığınak arıyor ve bu sığınak arayanlar nedense o sığınağı her zaman buluyorlar. Demirliyorlar o limana ve yaraları iyileşene kadar bekliyorlar. Sonra da yeni acılara yelken açmaya gidiyorlar. Geri gelecekler ne de olsa sığınak her zaman orada.

Sığınak öyle sağlam ki, en şiddetli depremlerde bile yıkılmamış sapasağlam duruyor ya da öyle gözüküyor. Hep sığınılan olmuş. Hiç sormamışlar, sormayı bile akıl etmemişler. Sadece kaybolup gittiğinde farkına varıyorlar sığınağın. Düşündükleri şey sığınağın nasıl olduğu, durumu değil. Sığınağın nereye kaybolduğu. Merak edilen neden gittiği değil, neden bırakıp gittiği onları.

Etrafında bu kadar arkadaşın var ve halen yapayalnızsın.
Kabul et o da arkadaşın o da arkadaşın hepsi oda arkadaşın.

Bazen

Bazen arka arkaya sigara içiyorum.
Bazen kitaplıktan bir kitap seçip rastgele sayfaları karıştırıyorum.
Bazen geceleri dışarı çıkıp gökyüzüme bakıyorum, yıldızım halen orada.
Bazen başımı yere eğip hiçbir şeyi görmeden dakikalarca yürüyorum.
Bazen düşünmüyorum. Düşüncesizliğimden değil, düşündüklerimin içinden çıkamadığımdan.
Bazen boşluğa takılıp kalıyorum.
Bazen anlamını bilmediğim şarkılar dinliyorum.
Bazen bulmaca çözüyorum.
Bazen elime bir bardak çay alıp oturuyorum bir köşeye ama sürmüyor saatlerce.
Bazen öylece durup zamanın geçişini izliyorum gözlerimin önünden, hiçbir şey yapmadan.
Bazen takılıp kalıyorum aklıma.
Bazen acaba diyorum ikilemler içinde.
Bazen acabalarıma evet diyorum, sonra yeniden hayırları bir bir sıralıyorum.
Bazen tamam oldu diyorum.
Bazen tamam oldu dedikten sonra vazgeçiyorum.
Bazen vazgeçmek beni mutlu ediyor. Sımsıkı sarılamadığımdan olsa gerek bazenlerime.
Bazen bir çift kumru görüyorum, gülümsüyorum. En azınan onlar bir çift.
Bazen sabahları kuş sesleri ile uyanmıyorum, uyuyorum.
Bazen aklıma gelmiyor. Hiç aklımdan gitmedi.
Bazen bir şarkıya takılıp uzun süre dinliyorum ve dinlediğimi bile unutuyorum.
Bazen neden diyorum, sorduğum bütün nedenler cevapsız kalıyor.
Bazen hayat diyorum, kabul ediyorum.
Bazen pes e diyorum, pes.
Bazen Türk Sanat Müziği dinliyorum. Şu an o bazendeyim.
Bazen hiçbir şey yiyesim gelmiyor, sigaradan başka.


Bazen öyle çok bazenlerim var ki, bazenlerimi ne dile ne yazıya getirebiliyorum.

8 Temmuz 2011 Cuma

Hayvanları Sevmek

Uzun zaman önce bir yazı okumuştum. Çok zengin bir iş adamı öğretmen olan babasını anlatıyordu, ''Çocuklara okumak-yazmaktan çok ilk olarak hayvanları sevmesini, doğayı korumasını öğretirdi.''

Her şeyi öğrettiğini sanan ben, sen, o her birimiz işte. Aslında çocuklara çok az şey öğretiyoruz ya da öğrettiğimizi düşünüyoruz. Alfabeyi, resim yapmayı, dans etmeyi, konuşmayı, hatta yabancı dili bir çok şeyi öğretiyoruz. Fakat, bilinçli aileler harcinde hayvanları birer oyuncak olarak görüyorlar. En büyük zevkleri onları kovalamak, taş atmak hatta bilinçsizce zarar vermek. Kendine zarar veremeyecek bir canlı olduğunu fark ettiği an o ufacık çocuklar bile değişiyor, öldürmeye programlı bir canavara dönüşüyor. Es geçtiği nokta ise karşısındakinin de bir canlı olduğunu unutması. Onunda bir canı olduğunu, nefes alıp verdiğini görmemesi.

Bu fotoğraf doğru ise Tayland'da çekilmiş. Mükemmel ötesi, üstüne edilecek tek kelimem yok. Hayvanları sevmenin tanımı bu.

Raif

Zordur raif olmak. Bir ruh gibi ortalarda dolaştığından olsa gerek, hiç kimsenin onu görmemesi, ruhunun bile duymaması.
Zordur raif gibi sevmek. Alıp oraya çıkarmak ve asla kendisinin bile indirmeye gücünün yetmemesi.
Zordur raif gibi beklemek. Gelmeyeceğini adı gibi bilmesi ve buna rağmen yıllarca beklemesi.
Zordur raif gibi yaşamak. Denirse yaşamak.
Zordur raif gibi ölmek. Her gece uyku diye ölüme uzanmak ve gün biterken uyanmak.
Zordur raif gibi gülümsemek. Onunkiler acı acı gülümsemek.
Zordur raif gibi özlemek. Özlem'in bir kadın adı olmadığını bilmek.
Zordur raif gibi aramak. Başını öne eğip kaldırımlarda bozuk para gibi kaybolmuş kendini aramaya çalışmak.
Zordur raif gibi ağlamak. Gözleri kapalı ağlayamaz bu yüzden kimse. Açık ağlarsa gözlerinden değil içinden taşacak.
Zordur raif gibi yanmak. Önce har, sonra kor en sonunda köze dönmek ve sönmek.
Zordur raif gibi haykırmak. İçindeki çığlıklar sağır eder atan insanı.
Zordur raif gibi düşünmek. Düşünce gözyaşlarıydı ve o kadar çok düşünürdü.
Zordur raif gibi anlatamamak. Anlaşılamamaktan değil, anlatamamaktan.
Zordur raif gibi susmak. Dinlenmeyeceğinden değil, hiç kimsenin gözleri onun gibi bakmayacak.

İnanmıyorsan Raif'e sor.

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Kardeş



İnsan hayatta bazen yalnız kalıyor, hatta yapayalnız. Kimisi mecburiyetten kimisi de doğuştan. Şu hayatta galiba istemeyeceğim tek şey tek çocuk olmaktır. Böyle bir ailede yaşamak, büyümektir. Ki, şanslıyım ben galiba doğarken bile yalnız değildim. haha dalyaço vardı yanımda, halen yanımda hep yanımda.

İnsanlar birer birer terk ediyor seni. Gidiyorlar, bırakıyorlar. Zamanı gelen bir helallik isteyip gidiyor. Seni yapayalnız bırakarak. Seni, onsuz bırakarak. Doğanın, dünyanın, hayatın yazılmayan ama bilinen kanunu bu. Bir gün onlarsız kalacaksın. Bahsettiklerim; arkadaşların, dostların ve ailen (anne-baba). Sırasıyla hepsi gidiyor. Sen yine kendine kalıyorsun bir de kardeşine. Rakamda vereyim haha biz daltonlarız. Ben Joe bu arada. ''Sen böyleysen kimbilir Avarel nasıl'' diye espri yapanı ıslak odunla öperim. Ay yüzlümüz erken gitmiş, kader. Ayrıca ben ya da dalyaço amortiyiz. Hesapta yokmuşuz. Bu da apayrı komik bir hikayedir, babamdan dinlersen.

Ne diyordum, bir insanın kardeşi olması en güzel şeylerden birisi bu hayatta, farkına varabilirsen. Değerini kaybetmeden önce anlayabilirsen. Dedim ya herkes gidiyor birer birer, bir tek o kalıyor yanında.  Bir manzara gelir uzun zamandan beri gözlerimin önüne: dalyaço beni hiç görmediği bir halde gördü ve şoka girdi, ahah yok yok banyoda falan basmadı. Daha kötü bir durum, banyoda yakalanmayı tercih eder insan. Beni o halde görünce 46 yıldır duymadığım bir şekilde seslendi; palyaço. Ama nasıl söyledi, nasıl çıktı ağzından palyaço bilemezsin. Yıllarca, binlerce kez söylediğinden farklıydı. Ben, 'iyiyim' dediğimde ancak  kendine gelebilmişti.

Kardeş olmak güzel çok güzel. Benim dalyaço ile aramdaki ilişki bambaşka. Konuşmadan anlaşabilirim. Gerçekten tek kelime etmeden söylediğimi anlatabilirim, anlar, anlarım. Ya da farklı bir kelime, cümle söyleyerek her şeyi anlatırız birbirimize. Çok değişik bir bağ. Demek istediğim kardeşten bile öte. Yıllarca beraber olmanın verdiği etkinin yansıması da olabilir.

Nereden geldim. En sevdiklerimden bir tanesi yapayalnız kaldı hayatta. Tutunacağı tek dal kardeşi kaldı. O da olmasaydı, kimbilir ne kadar yalnız kalacaktı. Yalnızlığı ay kadar büyük ve ihtişamlı, etrafı ne kadar kalabalık olursa olsun. Bazı insanların, kalbinde insan kalabalıkları vardır ve hepsi anlıktır. İşte böyle bir kalabalık onunkisi, bir yere yetişme telaşı içinde başını kaldırıp gören bir kaç kişinin selamladığı bir insan. O çoktan başını öne eğmiş, kaybettiği kendini arıyor kaldırımlarda.  Her şeye rağmen iyi ki kardeşi var dedim şu an. Ya o da olmasaydı?

1 Temmuz 2011 Cuma

Dilediğini Yaşa

Güzel bir söz, anlamlı. Anlamını yerine getirirsen eğer. Zor ama çok zor anlamını yerine getirmek. Onlarca burun var hayatında. Her biri siper almış mevzinde tetikte bekliyor o koca koca burunlarını sokmak için dileklerinin içine. Senin dileklerinin, isteklerinin bir önemi yok. Varsa yoksa onların düşünceleri. Kendilerine göre haklılar. Çok haklılar, en haklılar. Hak, onların dudaklarından çıkacak tek kelime ''hayır''. Yapmak istediklerin, yapmayı istediklerinin önündeki en küçük ama en büyük engel o burunlar. Ve sana, hayatına sokmaktan asla vazgeçmeyecekler, dilediğin gibi yaşamaman için.

Musalla taşı çok uzak gibi görünüyor insana. Yanına varmaya korkuyor insan ne kadar cesaretli olursa olsun. İnsanın en savunmasız, en aciz ve çaresiz kaldığı an o taşın önünde. Dağ gibi adam parçalanmış bir taş parçasına dönüşüyor.

Dilediği gibi yaşayanlara gıpta eder insanlar, dilediği gibi yaşayamadıklar için. Uzaktan seyrederler, şaşırırlar. Neden benim böyle bir hayatım yok diye yakınılar. Yakınmak yerine bir kez olsun herkesin delilik diye addettiği şeyleri yapmayı akıl etmezler. Çünkü bütün vakitlerini yakınarak geçirdiklerinin farkına varmazlar. Hayat kısa, tabutlar dolmak için bekliyor musalla taşında.

Nereden geldim buraya. Aklımda bu soru vardı sadece. Acaba dilediği gibi yaşamış mıydı hayatını? Sormak için bile geç kalıyorsun biliyor musun? Geç kalmamalı insan. Zaman bıraktığın yerde durmuyor. Akrep yelkovanı her an kovalıyor. Geçen dört mevsimin baharları değil, ömrünün baharları. Geç kalma, gittiğin yerde bulamayabilirsin beklediğini, bulmayı umduğunu.  Umma, gitmeyi dene bir kez olsun hayatın bekliyordur seni.

Kısaca

Fotoğrafım
Email: sivilpalyanco@gmail.com