20 Aralık 2011 Salı

Bazen 2



Etmiyorum desem bildiğin göz göre okuya yalan söylemiş olurum. Sadece bunu 'Bakın ben küfür edebiliyorum' diye yazıya dökmüyorum ya da olduğum gibiyim demek için. Bazen diyorum hatta ediyorum.
Bazen. Hangimiz demiyoruz ki? Alttaki ve bu duvar yazısını başka bir blogta gördüm.
Duvarda da içimi.

19 Aralık 2011 Pazartesi

12 Aralık 2011 Pazartesi

Fotoğraflar

Siz, sen ya da biz yani ey güzel okuyucu fotoğraf albümlerini karıştırıp eski fotoğrafları bakar mısın?
Artık devir değişti. D'yi karıştırıp ya da hard diski karıştırıp bakıyoruz ayrı bir mesele. Canım sıkıldığında fotoğraf albümlerini karıştırırım. Bir sürü güzel fotoğraf ve anı ile karşı karşıya kalırım. Bazen bizimkilere sorarım ''bu kimdi'' diye. Başlarlar anlatmaya. Ananemin ve Babanenim evinde de durum aynıydı. O zamanlar yıl 1800'ler falan evde televizyon yoktu, cidden yoktu. Akşamları ders çalıştıktan sonra erkenden uyurdum. Uyumadığım zamanlarda ya dışarı çıkardım ya da evde bir şeylerle oyalanmaya çalışırdım. En güzel oyalanma şeklim ikisinin evinde de fotoğraf albümlerini karıştırmaya başlamaktı. Karıştırırdım, o eski bir çoğu vefat etmiş güzel insanları dinlerdim onlardan. Onlarda başlardı gözü yaşlı yaşlı anlatmaya, buruk bir gülümsemeyle.

Kendi fotoğraflarıma gelince, onlara bakınca zaten gülüyorum. Kırmızı burun diyorum, hepsi de ayrı bir komik geliyor bana. Dalyaço ile bir çoğu. Bir kaç tanesi tam krizlik zaten. Şehrin birinde kalenin içinde manzara fotoğrafı çekiliyoruz ikimiz. Hani sevgililer elele fotoğraf çekilir ya dalyaço ile elele tutuşuyoruz ve başlıyoruz gülmeye. O esnada arkadaş fotoğrafı çekiyor ve kahkaha atan biz. Bizden başka kimse de bilmez o fotoğrafın içeriğini.

Mevzuya nereden geldim yarım saattir üşenmeden şu linkteki fotoğraflara(130 adet) bakıyorum ve gülüyorum.
Özellikle Cansu Dere'nin gülüşü, İzel-Çelik-Ercan'ın 90 halleri  ve Serdar Ortaç ile Fatih Ürek ayrı bir güldürdü. Yalnız Deniz Akkaya'da nasıl bir hırs varmış hayret ettim, şaştım kaldım. Kadın kendini yeniden yaptırmış resmen ahah.Tarkan fotoğrafları da yabana atılır cinsten değil bu arada.

Buyrun link;http://www.sabah.com.tr/multimedya/galeri/yasam/bu_fotograflari_kendileri_bile_unuttu?tc=130&albumId=29493&page=1

Evet gece gece bunlarla uğraşıyorum ahaha.

11 Aralık 2011 Pazar

....

Silahtan nefret ettiğim kadar az şeyden nefret etmişimdir. Korkudan değil bu nefret. Öldürme içgüdüsü olmadığından mıdır nedir ya da kendini güvende hissetme zorunluluğu duymadığımdan mıdır, bilmiyorum sebebini çok karışık bir şey bu. Bildiğin nefret ediyorum. Vietnam zamanlarımda silahı ilk elime aldığımda o bana, ben ona bakmıştım ''ne iş'' diye. Zorla atış yaptırdıklarında gözlüklerimin camı falan buharlanmıştı. Anla işte ne derece salak bir durumdaydım. Bildiğin terler boşalıyordu alnımdan. Zaten o atışlardan sonra da doğru düzgün elime almadım.

Biraz önce bir haber okudum. Bence silah ruhsatı veren kurumlar sırasıyla, psikolojik testi zorunlu tutmalı. Ciddi ciddi bir kişinin silah alabilme değil, kullanabilme yetkisinin, muhakemeyetinin olup olmadığını ölçmeli. Bir de o silahı ruhsatsız, sen istemeden veren kurumlar var. Onlar da aynı testi uygulamalı. İlla ki o silahı almamak için psikopat ayağına yatmamalı.

Ben en zor anımda bile ahahah esprim geldi, o silah belimde olsa çıkartana kadar kesin öbür tarafa giderim. Yani vursam mı vurmasam mı, ayağına mı ateş etsem, yaralasam mı diye düşünene kadar karşımdaki beni düşündüğüm yerden vurur kesin. Vuramam ben bir insanı, öldürerem. O cinnet anında da vuramazdım herhalde. En fazla sinirlendiğimde ortam müsaitse sigara yakan bir adamım, o da ortam müsaitse bak.

Zevzekliğim üzerimde de bu bir yana. Ciddi ciddi bu ülkede herkese silah verilmemeli. Ama kendimizi nasıl koruyacağız? Silah taşıyan insan onu bir gün kullanır ve illa ki birilerine zarar verir. Silah denince okuduğumdan bu yana aklıma şu söz gelir; ''Barışı koruyan bizim silahlarımız, tehdit eden ise başkalarınınkidir'' ironinin  kralı bu olsa gerek.

Bak bu da bana ait; ''Silahlar konuştu, biz sustuk''

Silahı olan insan konuşamıyor, konuşmasını bilmiyor. Bana göre silah taşıyan, kullanan insan güçsüzdür. En acınası varlıktır. Kendini korumak için? Bunu da düşünmeye çalışıyorum, silaha olan nefretim engelliyor.

Silah; bir insanı korumaz, öldürür. Bunu hiçbir zaman kimse anlamayacak. İşin diğer boyutu da dünya gelirleri sıralamasında ilk basamakta bu yer alıyordur büyük ihtimal. Milyar dolarlara tekabül eden bir rakam. Neden vazgeçsinler ki? Bir de insanoğlu öldürmeye meyilli. Anlatabildim mi bilmiyorum ama kısaca silah denen naneden nefret ediyorum.

Bir insanın en etkili silahı yazdığı sözleri olmalı bana göre. Yüzyıllar sonra bile okuyanı, duyanı beyninden vurmalı. Ama herkeste o sözleri yazacak bilek yok.

4 Aralık 2011 Pazar

Yeni Pencere Aç

İnsan nedense  'neden ben' diyor, bunu sorguluyor ve yine hep başa dönüyor. Olduğu yerde sayıyor hatta olduğu yerden geri gittiğini bile fark etmiyor. İleriye gideceğine sorgulamaktan, sormaktan, sadece ve sadece düşünmekten geriliyor. Hiçbir şey yapmıyor. Öylece oturup sokaklar gibi akıp giden zamanın geçmesini bekliyor. Bu sırada yaptığı tek şey izlemek, beklemek. (evet insan kendini anlatırmış çoğu zaman yaptığım bu zaten.)

Ama bir çok insan böyle, yalnız olmadığımı biliyorum. Adım atamıyor insan. Korkuyor, düşündükçe düşünceleri onu daha da korkutuyor. Denemeden bilemezsin saçmalığına sığınsa bile denemiyor. 'yine aynı şey'lerle karşılaşmaktan bir kez daha kırılmaktan ve aynı kabusları yaşamaktan korkuyor, takati kalmıyor.

'Gelin üstüme' demek çok zaman alıyor galiba. Üstüne o kadar çok gelmişler ki halen o gelenleri atmaya çalışıyorsun bir bir. Siliyorsun, onların haberi olmadan. Yeni bir sen inşa etmeye çalışıyorsun bu arada. İnsan ya baktığı pencereyi silmeli ya da yeni bir pencere açmalı güneşe bakabilmek için. Başka türlü olmuyor.

'Neden ben' diye sormak yerine 'Yeni bir ben' en güzeli.

Hayatı tıpkı şu sekmelerdeki gibi yeni bir pencerede açmayı dene.

İlla



Leman Sam'ı dinlersiniz değil mi? Durup dururken aklıma gelir ve açar dinlerim. İlla ve Kıyamam favori şarkılarımdan. Kıyamadığım için illa. Hiç düşündünüz mü kaç şarkı, kaç şiir, kaç kitap ve kaç filmi yaşadınız? Kendinizi izlediniz, kendinizi okudunuz ''bu benim'' dediniz. En son İskender Pala'nın bir kitabında kendime rastladım. Romantik komedileri saymıyorum bile ahaha iflah olmam ben, olmayayım zaten. :)
Şarkılar bazen şarkı olmaktan çıkıyorlar, başka anlamlara geliyorlar.

''Bomboş sayfaları gösterdim, böyle roman mı olur dediler
Yalnızlık başka nasıl yazılabilirdi ki?''

Yazmışım biraz önce. Anlatsam böyle oluyor işte, roman değil.

30 Kasım 2011 Çarşamba

İki Dizelik/ Normal Olmak

Benim hani şu 5 kuruş etmez İki Dizeliklerim var ya sağda solda özellikle Twitter denen zamazingoda bu aralar fazlasıyla karşıma çıkmakta. Narsistlik bu ya ara ara bakıyorum acaba yazılmış mı diye ahah evet bakıyorum. Karşıma bir kaç tanesi kesin çıkıyor. Size bir şey itiraf edeyim; dalyaço dahil herkes nefret ediyor onlardan. Yani beni gerçek hayattan tanıyanlar. Dün 3 kuzen balık yapıyoruz oradan buradan konuşuyoruz birden aklıma iki dizelerden bir tanesi geliyor ve söylüyorum.

Kuzen- Palyaço, sen bir işe başlasana. Yorgun ol, keyifsiz ol, çok çalış ve konuşamayacak dereceye gel.
Diğer kuzen- Evet palyaço, aramıza dön.
Ben- Bir gün ünlü olunca hiçbirinizi tanımayacağım.

Üçümüz birden yarılıyoruz. Adamlar şiire ve sanata hiç değer vermiyorlar ahaha. Laf aramızda ben olsam ben de değer vermem. (desem bile inanmayın) Evet, farkındayım bazıları çok güzeller, gerçekten güzeller. Bu yüzden bir çoğunu sildim. Yazıp yazıp siliyorum, kenarda duruyorlar. Yakında hepsini temelli sileceğim. Eser kalmayacak kimdir nedirde.

Aklıma takılan bir diğer mevzu ise Normal olmak. Bugün başka bir blogta 'normal olmak' ile ilgili bir yazı okudum. Her ne kadar gülüp eğlensek bile kuzenlerle aramızda geçen o komik diyalog. Aramıza dön, normal bir hayat yaşa cümlesi.

Normal olmak, rutin bir işte çalışmak. Sabah 9 akşam 5 mesaisi. Akşam o trafik çilesi. Yemek yemek ve dizilerden bir kaç tanesini izlemek ya da o abuk subuk yarışma programlarını izlemek. Bunları izlerken duygusallaşmak, gözlerin dolması ve ağlamak. Kutuda kırmızı çıktı diye üzülmek. Gram üzülmüyorum belirteyim. İzliyor muyum, hayır sadece o son anlara denk gelip gülüp geçiyorum böyle de gaddarım. Normal olmak, hafta sonları maçları takip etmek, alışveriş mağazalarını gezmek. (kitapçıları gezmeyi tercih ediyorum bu mağazalarda) Normal olmak, nefret edilen bir işte çalışmak. Sevilmeyen bir bölümde okumak, adı okumak olsun. Normal olmak, sigortalı bir iş. Emeklilik hayali. Normal olmak, mutlu olmak, mutluymuş gibi görünmek.
Bu mu normal olmak? inanın garipsiyorum hem de çok. Herkes işinden, okulundan, hayatından nefret ediyor.
Her akşam yorgun, bitik ve mutsuz evine geri dönüyor. Tatsız ve yalnız yenen bir tabak yemek. Unutulmak üzere izlenen vakit kaybı programlar. İnternette gezinme ve uyku. Normal olmak hafta sonuna kadar bunu tekrarlamak ve hafta sonunda alışveriş mağazalarında buluşup festfud yemek yiyip sinemaya gitmek.

Ben normal değilim tek bildiğim bu. Bunları yapıyor muyum? Evet, mecburen hayatımın dışına itemediklerimi görmek için yapıyorum. O zaman it dersen de itmek istemiyorum. Bu durumu kabullendim. Kabullenemediğim onlar gibi yapmayınca normal olmamak, anormal olmak.

Bak bu 6. madde
''Paradan çok mutluluğun peşinde koşan herkesle alay etmek ve onları "hırstan yoksun olmak"la suçlamak.''

Benim normallik tanımım bu mesela. Nefret ettiğim bir işten para kazanacağıma çalışmam ve yine bir şekilde yaşarım, o yarışın içinde var olmaktansa azar azar yok olarak, start çizgisine adımımı atmam.

Bak bu da 9. madde
''Evlenip çocuk yapmak, çocukların iyiliğini düşündüğünü söyleyerek aşk bittikten sonra da uzun süre birlikte kalmak.''

Normal olmak haha belli bir yaşa geldikten sonra evlenmek, çoluk çocuğa karışmak. İyi bir iş ve kariyerli bir iş demek bu ülkede belki de dünyada da böyle, bilmiyorum.

Bu da çok hoşuma gitti.
''Dış güzelliğe çok fazla zaman ve para ayırmak.''

Edit: Aklıma geldi. Düşünsene insanlar seni nasıl anıyorlar?
- Çok güzel kadındı, çok yakışıklıydı.

Uzuvlarınla varsın. Bedeninden ibaret bir insansın ve yıllarca böyle anılacaksın. Kimliğin bedenin. Ben öldükten sonra böyle anılmak istemem lan. Yok, tipsizim ayrı bir mesele ahaha (kendimle barışığım mesajı) ama gerçekten bu şekilde anılmak istemem. Hiçbir vasfı olmayan, hayatta ve hayatında hiçbir yere gelememiş insan böyle anılır. Güzelliğiyle, yakışıklılığıyla. Duymak isteyeceğim tek söz şu olurdu herhalde. Gerçi her gidenin arkasından söylenir bu ama yine de bunun söylenmesini tercih ederim/isterim. ''iyi bir insandı.''

- Merhumu nasıl bilirdiniz?
+ Çok yakışıklıydı, çok güzeldi.

Artık herkes kazandığı parayı kendine yatırıyor. Kafa atı kendi ve kendine oynuyor. Ama yanlış bahis. Bir gün kaybedecekler ve çok geç olacak bunu anlamaları.

Sahi normal olmak ne? Ya da normalliğin kriterleri ne? Bak sinirden bir sigara yakacağım ve gülümseyeceğim kendime. Şimdi kendim kendime diyor ki ''sen normal değilsin'' Normal olmayan herkesi daha bi seviyorum.

17 Kasım 2011 Perşembe

Dinlemek

Farkında mısın seni hiç kimsenin dinlemediğinin. Dinlemeyi bırak duymadığının. Yüzünden belli oluyor, yazdıklarından da hem de fazlasıyla. Öyle bir çığlık atıyorsun ki ''buradayım, beni duyun'' diye sesin sağır etmiş etrafındakileri. Her yerdesin, herkeslesin ama kimsesizsin. Senden başka kimsen yok. Her yerde insan kalabalıkları, kalbin dahil. Senden başka her şey hakkında konuşuyorsun, gülüyorsun, eğleniyorsun, üzülüyorsun. Konu hiç sana gelmiyor. Gelse de kimse dinlemiyor. Çünkü, unutulmuşsun. Unutturmuşsun kendini. ''Kasadaki Kız'' gibisin. Görüntün var sadece. Öyle çok konuşuyorsun ki seni duymuyorlar. Duydukları tek şey; sen dışında her şey. Hiç fark ettin mi seni dinlemediklerini, anlatırken seni unuttuklarını. Sen diye birisinin varlığını unuttuklarını. Kızma kimseye kendini unutturan sensin. Tek sebebi de görünür olmak. Her yerde, herkesle, her zaman. Hiç durup dururken çalıyor mu telefonun. Sırf sesini duymak için arayan dostların oluyor mu? Her gün konuştuğun, görüştüğün insanlar en son ne zaman gerçekten, nasılsın diye sordular sana. Ailen, arkadaşların, iş arkadaşların, okul arkadaşların durup dururken merak ettiler mi seni? En olmadık an arayıp şaşırttılar mı seni?

Offline ama online gözüken bir hayat yaşamaktan bunları bile göremiyoruz. Çünkü her gün; yazıyoruz, çiziyoruz, gülüyoruz, eğleniyoruz. Varız ve hayattayız. Kişisel iletilerimizle mutluluğumuzu, mutsuzluğumuzu anlatıyoruz. Bir tane kendimize ait bir sözümüz yok. Mutsuzum bile derken başkasının mutsuzluk tanımlarını kullanıyoruz. Mutluluğumuz bile kendimize ait değil. Anlatamıyoruz, kimse dinlemediği için. Dinlese de kaale (kaile, kâle) almayacağı için. Öyle bir teknolojik savaş ki buradayım demek için yırtınıyoruz. Her gün hayatımıza bir sekme daha ekliyoruz. Hep açık, her zaman açık ve en önemlisi biz açığız. O sekmelerde göründüğümüzü sandığımız biz aslında zamanla yok olan bizi gözler önüne seriyoruz. Gittikçe değersizleşiyorsun, gittikçe uzaklaşıyorsun. En kötüsü de önemsizleşiyorsun. Aslında kendini uzaklaştırıyorsun. Gittikçe daha uzağa gidiyorsun. Herkes seni follow ediyor, herkes seni beğeniyor. Herkes kişisel iletine hayran kalıp like yapıyor. Fakat, hiç kimsen yok. Sosyal olmak uğruna her şey? mi acaba.

Yoksun aslında; sen iletilerden, retweetlerden ibaretsin. Sahte, hal hatır sormalar, merhabalar, sevindimler. Aslında sen değilsin, sevilenler. En son listendeki insanlardan kaç tanesi ile bir araya gelip konuştun saatlerce. Oturup seni anlattın, onu dinledin. Kâh güldün, kâh hüzünlendin. Sana akıl verdi, seni yargılamadan şunu yap dedi.

Kimseyi hor gördüğüm, küçük gördüğüm yok ama görünen manzara bu. Zamanının çoğunu bu anlattıklarını yapan biri olarak bir zamanlar. E ne yapalım? Bu da zor bir soru. İnsanın hayatta sarılabileceği ve gerçekten vaktini ayırabileceği mutluluk veren ve gerçek olan şeyler var. Bu şeyler ne bilemiyorum. Saatlerce kitap okuyabilirsin, film izleyebilirsin, tek başına bir yerde oturup etrafı izleyebilirsin. Piraye diyor ki benim için; ''gelip gelip kitaplarımı çalıp duruyor.'' 4 tane daha ç aldım, çalarım pirayem çalarım hahah. Hiç gitmediğin bir yere gidip gezebilirsin. Ne bileyim oturup kendine bir yemek bile yapabilirsin. Bir hobi edinebilirsin. Uzun zamandır gitmediğin, görmediğin bir arkadaşını görebilirsin. Boş boş oturabilirsin. Bu bile güzel yapmasını bilene. Kaçmak güzeldir, kaçabilirsin bir süreliğine. Herkesten her şeyden uzaklaşabilirsin. Göreceksin ki aslında hiçbir şey değişmemiş olacak, bıraktığın gibi devam ediyor olacak hayat. Fakat, sen biraz kafanı biraz da kendini dinlemiş bulabilirsin, üstüne de dinlenmiş ve yenilenmiş.

Sizi takip eden değil, dinleyen insanlar bulun. Anlatacak çok insan var ama dinleyecek az.

İnsan bir süreliğine kendine reset atmalı, hata vermeden.

13 Kasım 2011 Pazar

İnsanlarla Arasına Özenle Duvar Ören İnsan

Sözlüğe yazdım, uzatarak buraya da ekleyeyim.

Dışarıdan görünen; ukala, kendini beğenmiş, gerizekalı, burnu büyük bir tiptir büyük ihtimal. Ne kadar yakışıksız ve itici sıfat varsa hepsinin sahibidir.

Yalnız bırakılmıştır bana kalırsa. Mutsuzluktan değil, beğenmediğinden değil. Kendine bir dünya kurar kendisiyle. Sadece kendisinin olduğu. Kendi kendine de mutlu olduğunu keşfetmiştir adına ne kadar yalnızlık dense de. Bıkmıştır; yalanlardan, sahtekarlardan. Bıkmıştır hep aynı çiğliği görmekten. Seviyorum diyen insanın aldatmasından, yazık diyen insanın bir başkasını öldürürüm demesinden, canım diyen insanın canları acıtmasından.

Bıkmıştır, usanmıştır. Us anlamıştır gerçekleri, kavramıştır.O duvarları kendi örmemiştir aslında. Özenle hayatını mahveden insanlar bir bir eklemiştir üstüste. Ona da o duvarların arkasından izlemek kalmıştır o insanları ve hayatlarını.

Görünen duvar üstüne duvardır, gerçekleri örten. Ne zaman kafasını uzatsa o sert duvarın arkasından yine canı acır, yine canı yanar. Görünen başkadır, görüntünün sahipleri ise en iyi duvarcılardır, bilmezler. Hayatın her anında her yerinde var bu duvar ustalarından. Sen yeşile boyamaya çalıştıkça hayatını beton rengi bir fırça darbesi atarlar. Sonra da sana en son etiketi yapıştırırlar. Deli. Bilmezler delirttiklerini.

İnsan yalnız kalmaz dört duvar arasında, yalnız bırakılır. Kim ister ki duvarlara baka baka yaşlanmak?
Ama bu dünya yaşlandırıyor hem insanı hem de gözleri.

Editliyorum yorumda yazdığım gökkuşağını ekliyorum buraya. :)

11 Kasım 2011 Cuma

Müsveddeler

Hayatımız müsvedde yığınları ile dolu. Öyle çok dolu ki, öyle çok doluyuz ki. Kendimize yetişemiyoruz. Her şey yarım ve eksik. Her şeye yetişme çabası içinde hiçbir şeye yetişemiyoruz. İşten, okuldan eve yorgun dönüyoruz. İş çok yoğun, dersler çok zor. Yemek ve internet derken uyku. Kendimizi odamıza hapsediyoruz. Bütün bu yoğunluluklar içinde kendimizi bile unutuyoruz. Yaptığımız her şey başkası için, başkaları için. Çalışıyorsun patronun için, okuyorsun daha iyi bir gelecek için (ailen istediği için) arkadaşlarınla buluşuyorsun, geziyorsun onlar istedikleri için. Bu arada kendini hep es geçiyorsun. Kendin için yaptığın ne var son zamanlarda? Sadece ve sadece kendin için, kendini mutlu eden. Çok büyük olmasına gerek yok, küçük bir şey olabilir. Mühim olan yaptın mı? Hayatımız müsvedde ve biz üzerinden tekrar tekrar geçiyoruz. Ama mutlu sonu bir türlü yazamıyoruz. Çünkü  yalnızız sadece kendimizin kendisiyiz ve bunu çok geç fark ediyoruz.


Didem Madak - Müsveddeler

Okudunuz mu? eğer okumadıysanız okuyun çok şey kaybetmezsiniz ama çok güzel cümleler kazanabilirsiniz. Halen aklıma geldikçe üzer bu kadın beni, üzülürüm ve ona söylediğim kısa bir cümleden dolayı pişman olurum. Her şiirinde bir satırı yakalıyor beni. Şiirlerini okurken gülümsüyorum, konuşuyorum onunla 'öyle de demeseydin' diyorum, bazen kendimi görüyorum. Pulbiber Mahallesi'ni almıştım diğer kitapları yoktu alamadım bir türlü. Toplam 3 kitabı var, eğer bir yerde gözünüze çarparsa mutlaka alın. Ah gözüm Ah.


1-
Anlatarak bitiriyorum hayatımı
bilmiyorum başka nasıl bitirilir bir hayat

bir çiçek çizdim bu akşam avcuma
ismini her şey koydum.
simli ojeler sürdüm yalnızlıktan sıkıldığımdan.
müsveddesi gibi şimdi tırnaklarım
yıldızlı bir gecenin.

yıl 2000
tekke ve zaviyeleri kapatıldı kalbimin
tombul güvercinler dolaşırdı kiremit çatısında
bulutlar akardı paçalarından, uğuldarlardı.
kuşların şarkılarından anlarım.
kimse hayra yormaz beni
kuşbaz ve uçmaya meraklı,
ütüsüz giyerim karabasanlarımı
sakarım, sık sık çarpar deviririm yazgımı
içimdeki suyu döktükten sonra işte, ondan sonra
şikayetim yok, rahatım.
taşralı ve safım.

yağmurda unutulmuş bir tanrı’yla ahbabım
balkonda asılı kalır günlerce gökkuşağım,
deterjan reklamına çıkacağız biz ikimiz tanrı’yla
ben böğürtlen lekeli çocuğu oynayacağım,
o kirli beyaz gömleğim.
ah bir de şu gömleğe, göynek diyecek kadar
cesur olaydım.

teyzem öldü.
kırkı yeni çıktı
en iyi hikayeleri ölüler anlatır
ölülerin anlattığı hikayeler
inşirah suresi gibi insanı ayartır


kırmızı günleriyim ben takvimlerin
okullar tatil oluyor ben söz konusu olduğumda
şeker istemeye geliyor çocuklar.
oyun oynuyoruz,
sağlam bir halatla çekiyorum acıyı kendime doğru.
siyah iş günleri müdahale ediyor hayatıma
mor bir köşe yastığı gibi isyankar oturmak istiyorum,
ben oysa divanın en ucunda.

çorba pişirmek istiyorum,
sonra kalkıp ekmek kızartmak,
bıçağın ucuyla kazımak aşkı fazla kızardığında.
söyleyin ateşe,
ruhunu üflemesin benden gayrısına.
çiçek silindi bu sabah ellerimi yıkadığımda
“ellerim bomboş...”
kötü şiirlerden koru beni tanrım
amin!


2-
bir şaşkınlık şarkısı olarak besteliyorum aşkı
kaprisli notalar, huysuz sololarla
bekçisi olmayan geceler denk geliyor bana,
çaresiz bekliyorum,
düdük çalıyorum,
iki el ateş ediyorum havaya.
gecenin bir yarısı oturup ağlıyorum bir çocuk parkında
ulumak gibi ağlıyorum
köpekler koşuyor sağımda solumda
tanrım!
diyorum sadece
başka bir şey diyemiyorum zaten o an.
iyi niyetli ve sevimli bir kızdan kalanlar
sallanıyor durmadan boş salıncaklarda
üzgünüm” diyor,
bir mutluluk şiiri yazamam bu saatten sonra!

yoksul çocuğuydun sen benim 23 nisan sabahımın
şiir okutmadım sana, folklor oynatmadım.
yoksulluk diyorum,
o an,
ucuz lafların çalılarına takılıyor şiirimin elbiseleri.
sen tuz ol en iyisi sevgilim
ben ekmekle duruma müdahale edeyim.
bırak hazır soyunmuşken
kuru öksürüğüne elma kabuğu ve tarçın tavsiye edeyim.
tasfiye ettiler beni kediler aralarından
yar olmaz bundan sonra sarmandan sana.
beni tasfiye ve tavsiye arasındaki karışıklıkta
müsait bir yerde bırak sevgilim.
hem otuzumu geçtim azıcık
gerisini ben yürürüm artık.

çizgili olsun, buruşsun yüzü,
şiirlerim için yaşlanma etkilerini geciktirici krem kullanmayacağım.

yokuş aşağı şarkımı söylerdim, sarhoş
“kanatlarım vardır benim uçarım”
koşup kaşe kabanından yakalardın uyduruk şarkılarımı
ne çok ısıttın beni,
ne çok ısıttım seni,
buruştu ve kirlendi
23 nisan’da takılan simli ve tül kanatlarım
kurtulamadım, üstümde kaldı.
ben sevgilim...
bir çocuk bayramı gibi yaşamak isterdim her aşkı
cezaya kaldım.
bir mutluluk şiiri yazamamaktan dolayı
imlamı iyice bozsam da farketmez artık.
kime ne “de-da”ları ayırmasam?
noktalarda durmasam,
bir ünleme koşsam yalnızca,
sonu uçmak olan çığlığa.
kime ne anlatarak bitirsem hayatımı?
ölümüme de bir şiir yamar nasıl olsa birileri artık.

3-
bazı vakitler tren geçiyor evin yakınından
yaşlanıyorum pencereden her bakışımda
anna karenina’yı taklit ediyor zaman,
atıyor kendini raylara.
neden her aşk
bir kadının cenazesini kaldırır mutlaka.


sevdiğim adamlar çarpıyor camlarıma
bir kelebek gibi kocaman, kara
pervazlarımda kuruyorlar sonra
begonya tozlanıyor,
unutmanın gözyaşları sanki bu tozlar.
annemin temizlik günleri gibiyim
yorgun, solgun ve beyaz.

kardeşim ayağını sallıyor sevdiği şarkılarda
birini çok sevmek gibiyim
sütle siliyor tozlarımı kardeşim.
kestane pişiririz diyoruz sobada
hayallerimiz çatlıyor sonra, çıtırdıyor, kızarıyoruz.

bu şiirden bir bölümü attım
kilometrelerce uzağa
tavşanlı pijamalarımla balkona çıkıp el salladım ardından
havaya uçuracaktı şiirimi az daha,
attım.
lokum getirmişti ve kitap,
ben ruhunu getirsin istemiştim oysa.

onu da tam buradan attım.
ben ne de olsa yakıp yıkanlar listesinde
ölü yada diri arananlardanım.

bir doğuş şarkısı söyletiyorum bazen hayatıma:
aramızda uçurumlar söz konusuyken
uçurumlarda tenzilat varken hazır
uçalım, hadi uçalım
ben nasıl olsa
bu müsveddelerin ortasında yalnızım.''

9 Kasım 2011 Çarşamba

30 Yaşında Eşi, Çocuğu, İşi, Evi, Arabası Olan Erkek/Kadın

Sözlükte herkes ahkam kesiyor, eksik kalırsam çatlarım.

Mutlu mudur? diye düşünüyorum. Elbette mutludur. Düşünsene hemen hemen herkesin yıllarını verip uğraştığı şeylere 30 yaşında sahipsin. Mutlusun işte yani mutludur. Gülüyordur, eğleniyordur, hayatını yaşıyordur. İki taraf içinde geçerli bu mutluluk hali. Çalışan bir eş, her ay gelen belli ve iyi miktarda bir para, buzdolap yiyeceklerle ve gardırop yeni elbiselerle dolu. Ev eşyaları en fiyakalısından  araba da son model. Her yaz birlikte güney ya da akdeniz sahillerinde unutulmaz bir tatil ahahah. Bir de şirinlik muskası ufaklık. Aman allahım ne güzel bir tablo.

Bi zahmet çay koyun, mutlu olduğunu düşününler.

Mutlu falan değil, bunu gözlüklerimle yaptığım gözlemlere dayanarak söylüyorum, çünkü görüyorum. Sadece sisteme ayak uydurmuş. Önce güzel bir iş bulmuş yüksek maaşlı (soracaklar ya oğlumuzun maaşı ne), sonra evlenmiş. Bankadan ya da aileden gelen parayla ev ve araba almış. Boş kalan bir vakitte de çocuk yapmış. Benim gördüğüm, bildiğim manzara hep bu. Farklısına hiç denk gelmedim. Hemen hemen bütün arkadaşlarım evlendi ve olay, gidişat hep bu şekildeydi. Sorsan mutlular mı, eh mutlular.

Ama, işin ama'sı var işte. Göz hep dışarıda. İnan böyle erkek olunca bu gözün dışarıda olmasını daha net görebiliyorsun. Gözlerini pörtlek pörtlek belertmiş dışarıya bakıyor, serengeti ormanlarında impalasını arayan aslan gibi. Yolda, sokakta içinin yağları eriyor. Eridiği an gidiyor, arkadaşları ile eğlenmeye (anladın). Eşini annesine yolluyor. Kendi de o hafta çok yoğun oluyor.  Durum hep böyle. Gelmeyin bana masallarla. Sözlükte bile mutlu aile tablosu çizen ucuz adam ucuz seks peşinde dolanıyor ahah amma dedikoducuyum.

Her neyse bence mutlu değil. Çünkü sevmemiş, bunları istememiş. Hepsi dayatılmış. Ailesi tarafından, o zamanki sevgilisi şimdi eşi olan kadın tarafından. Bir bir hepsini gerçekleştirmış. Altta kalmamak için. Arkadaşlarının yanında, diğer evli çiftlerin yanında. Bizimde olmalı mantığıyla. Gördüğüm hep bu.

Gerçekten mutlu olan, mutlu olduğuna inandığım bu tanıma uyan bir tane arkadaşım yok, değil var. Evet, bir tane arkadaşım var böyle. O kadar arkadaşım içinde bir tanesi böyle ve nedense onu bir yönünden dolayı kıskanırım ama nefretle ya da hırsla değil. Helal olsun diyerek. Şu hayatta gerçekleştirmek istediğim bir şeyi yaptı kendisi bu yüzden. Ne olduğu bana kalsın. En uzak ama hep aklımda olan hayalimdir. Yok yok, düşündüğünün hiçbiri değil. Sadece o yaşta bu başlıktaki tanımlara uyan vasıflara değil de o hayalimi gerçekleştirdiği için bu kıskanma olayı ama fesat değilim, dedim ya helal olsun o yaptı. Ayrıca bu arkadaşımın eşi de çok mutlu. Onun sayesinde hayatını binbeş yüz derece değiştirdi yine de mutlu ve gerçekten mutlu.

Olaya kadınların bakış açısıyla bakarsam onlarda mutlu değiller. Kaynanası birinci neden. Cidden böyle. bir tane kayın validesi ile anlaşan gelin görmedim ben. Anlaşıyoruz rolü yapanlar hariç. Aradaki yaş farkı, kültür farkı, yetişme biçimi, saygı ve sevgi olayı hep birbirinin zıttı ve nedense zıt kutuplar birbirini çeker klişesi gerçekleşiyor. Bu gelin ve kaynanayı bir araya getiriyor o adam (adı batsın). Sonra bak şu söz dokunur bana. Evli olan bir arkadaşım söylemişti şu cümleyi bana. Bir şeyler hakkında konuşuyorduk, ona benden bir şeyler söylüyordum. Durdu, durdu düşündü mahcup ya da üzgün ama çok ciddi bir surat ifadesiyle dedi ki; ''benim kocam niye böyle romantik değil.'' Cevap veremedim. Fakat hayatları, yaşayışları başlığa birebir uyuyor. Yine de mutlular ama hep bir şeyler eksik. Ve biliyorum ki ömrünün sonuna kadar tamamlanmayacak.

Ayrıca hiç dile gelmeyen hep var olan ve var olacak olan dayak, küfür olayı var. Bir çok kadın eşi tarafından şiddete ve hakarete maruz kalıyor. Bunun eğitimle, zenginlikle, doğu ya da batı tarafıyla bir ilgisi yok. Her yerde var bu olay. Bu 30 yaşlarındaki kadın bunu ailesi dahil hiç kimseye açıklayamıyor, anlatamıyor.

Nasıl anlatsın ki? Mutlu bir yuvası var işte. Evse ev, arabaysa araba, paraysa para, elbiseyse elbisse. Kadını doyuruyor adam. Buldu da bunuyor. Anlatsa verilecek ilk tepki kesin şu olurdu; ''manyak mısın sen bu zamanda böyle adam buldun öp de başına koy.'' Hiç kimse çektiği acıyı görmek istemez, görmezden gelir. Çünkü görünen somut şeyler vardır. Ev, araba, iş, para, eşya.

Aldatılma mevzusuna biraz girdim daha fazlasına girmek istemiyorum bile. Karısını çok seven ve mutlu aile babası rolünü oynayan çok insan (insan dedim de hak etmiyor bence ama yine de dedim) var. O babaları  bu kadar yüceltmeyin gözünüzde. Onları en iyi eşleri değil en yakın erkek arkadaşları tanır, bunu unutmayın. Bir de tanımak isteyen kadınlar. Bak şimdi kendime bir soru sordum bir üstteki cümleye istinaden. Neden susuyorum diye. Bazen karganın yemesi gerektiğinden yemeli insan bu yüzden galiba.

70 yaşında bir adam tanıyorum uzak bir yerde tek başına yapayalnız. Anlatmaya başladıktan sonra gözünden yaşlar dökülüyor damla damla. Hiçbir şeye, hiçbir kimseye aldırış etmeden ağlıyor. Neden biliyor musun? Gerçekten sevmiş, çok sevmiş. Onsuz yapamıyor, özlüyor. Yüzü gülüyor, gülse de içi kan ağlıyor. Nerden biliyorum, anlatıyor ve inanır mısın o yaşa gelince bu sayılan saçma sapan maddi şeylerin hiçbir öneminin kalmadığını, olmadığını anlıyorsun. Çünkü en değerli olgunun sevmek ve sevdiğin olduğunu öğreniyorsun.

Varsın olmasın bunlar derim, yok diye hayıflanmam. Olmalı diye bir yarışın içine girip kıçımı da yırtmam. Yok yapmam, yapamam. Zaten istediğim bunlar değil. Tembellikle, gözünün yememesi ile de bir ilgisi yok. Daha çok hiçlikle ilgisi var. Benim istediğim çaya kaç şeker alırsın diye soran bir ses ömrümün sonuna kadar.

5 Kasım 2011 Cumartesi

Gözce

Evet, bir çoğunuz gibi  ilk defa duydum bu kelimeyi. Gözleriyle konuşan insanların dili. Çok insan bilmez bunu. Bazen gazete okurken, internette gezinirken haberin yanındaki o küçük vesikalık fotoğraflara bakarım. Ölen kişinin gözlerine dikkatle bakarım. Sanki her şeyi biliyor ama susarak çok şey anlatmış gibi bir bakış vardır o küçük karede. Her şey boş der gibi donuk bakışlar. Suratındaki ifade ölüm sebebi gibi mutsuzluğa açılan bir kapı adeta, acı bir ifade. Sanki öleceğini bile bile bakmış. Öyle çok öyle uzun anlatır ki, dinlerken dayanamazsınız çaresizliğinize.

Gözce, en güzel dil okuyabilene.

Şu en salak, en berbat anımda gözlerimin önüne berbat bir karikatür geldi.

-Gözler kalbin aynasıdır.
+Evet, maydanoz da cilde iyi geliyormuş, kafanı takma öyle her şeye.

Ve bu gece daha bir idrak ettim korkak olduğumu. Hayat korkaklara göre değil.

2 Kasım 2011 Çarşamba

Tuhaf


Dakikalardır aynı şarkıyı dinliyorum ve ne gariptir ki şarkının sadece bir satırını biliyorum, ezberimde daha doğrusu. Diğer kısımları ne duyuyorum ne anlıyorum. Önceden olsa bir kaç tekrardan sonra kesinlikle o şarkıyı ezberlerdim. Bir kitap okurken cümlesi cümlesine hatırlardım mesela. Ezber hafızam iyiydi. Sınavlara bile çalışırken özet not çıkarma yöntemi ile çalışırdım. Bir bakmışım  bütün konular aklımda, takır takır sıralıyorum cevapları. Şimdi durum tam tersi. Her şey x-y problemi gibi geliyor. Bugün 4 ya da 5 tane gazete okudum, internetten okuduklarım hariç. Bir sürü haber, yazı, köşe okudum ya da okuduğumu zannediyorum. Aklımda kalan tek yazı çocuk gelinler oldu. Diğerlerinin hepsini unuttum, unutuyorum, ceviz yemeli.

Resim ne alaka? Bilgisayarın ekran görüntüsü bazen tüm sayfaları alta indirip bakıyorum öylece. Bir gece yarısı tek başıma oda gibi bir yerin içindeyim. Boş boş oturuyorum, zamanı öldürüyorum. Etrafımda hiçbir şey yok bomboş bir oda. Sigara içip voltalar atıyorum içimde. Bir an başımı kaldırdım bu resimi gördüm. Gülümsetti. Kim çizmiş bilmiyorum ama gülümsetti o gece.

Bazen hayat gibiyim.
Tuhafım.

Yine de olsun.

23 Ekim 2011 Pazar

Sus

Uzun zamandır yüzümü pek az şey gülümsetiyor. Gerçekten çok az bu 'şey' dediklerim.
Geçenlerde ayaklarıma dolanan anne kedi ve yavrusu.
Yavru daha bir sevimli zorla kendini sevdiriyor, bacaklarımı kapattığım an zorla dolanmaya çalışıyor bana.
Fotoğrafını çekmeye çalışıyorum, üzerime tırmanmaya çalışıyor.

Sonra Mert, öyle sorular soruyor ki hem düşündürüyor hem güldürüyor. En son sorduğu soru;
'Sen ne zaman evleneceksin' oldu. Her gün otomatiğe bağladığı diğer soru ise; 'bilgisayara pil aldın mı'.
Benim gibi bilgisayar bağımlısı olsun istemiyorum. Bu yüzden pili yok diye kandırıyorum. Beraber yap-bozları ile oynuyoruz. Öyle bir görsel hafızası var ki benim bulamadığım parçaları anında bulup yerine koyuyor.
Canı sıkılınca tarağını alıp saçlarımı taramaya çalışıyor. Bilmeden, farkında olmadan neler yapıyor.

Bir de Murat çok güldürüyordu. Ben onun gülüşüne gülüyordum. O ise yaptığı esprilere güldüğümü zannediyordu. O güldükçe ben krize giriyordum. Bir de kendimi tutamayıp durup dururken gülüyordum.

Hayat her zaman güzel olmasa da hatta hiç, gülünce güzel oluyor. Biraz önce bu fotoğrafın altında bir yazı vardı. Öyle bir karışığım ki fotoğrafı fark etmedim bile. Direkt yazıyı okudum ve aklım benden gitti. Zamanın durmasını istediğim anlara gitti. Pek yok belki de var. Sadece o an/a gittim.
Sonra tekrar yazıyı okumak istedim ve fotoğrafı fark ettim.

Gülümsetti.

Ve kaçmak güzeldir, gitmek kadar olmasa da. Bir gün o da olur giderim.

22 Ekim 2011 Cumartesi

Kalbim Çok Ağrıyor Öp de Geçsin Anne

Başlığa aldanmayın, benim yazdığım bir şey değil.

Gerçek, gerçeğin ta kendisi. Acının ta kendisi. Üzerine söyleyecek tek kelimem, cümlem yok.
Ne söylesem boş, anlamsız, gereksiz. Konuştukça insan öfkesine, nefretine hakim olamıyor.
Olamayacağım, iyi biliyorum. Bazen kendi kendime diyorum ki keşke ağlayabilseydim.
Ruhsuzluk mu değil, duygusuzluk hiç değil. Donup kalıyor bazen insan. Kaldım. Yarım saattir
fotoğraflara bakıyorum. Ben kendimden, aklım benden geçti. Toprak uğruna toprak olan olana.
Hiç yere yok yere. Gencecik hayatlar sebebini bile bilmeden soluyorlar.
Bizim için hayat kaldığı yerden devam edecek yine. Çok acı var ve bizi nasıl da alıştırdılar.
En geç 1 hafta içinde unutulacaklar. Acizlik ne menem bir şey.
Elinden sadece tek bir şey geliyor ve onu yapıyorsun içinden sessizce.
Dünya ve insanlar bazen değil çoğu zaman güzel bir yer değil.

21 Ekim 2011 Cuma

Sen

''Sen kendini değil, etrafındaki insanları mutlu etmek için doğmuşsun.''

Çok az özlü söz etkilemiştir beni. Her özlü sözün bir tersi mevcut olduğundan mıdır nedir bilmiyorum. Mutlaka tersini düşünmüşümdür. Ama yok bunun tersini, düzünü başka bir şeklini düşünemedim. Kalmıştım bu sözü ilk okuduğumda ve halen oradayım. Beynimin içinde dolanıp duruyor.

Bir diğeri de bu;

''Hayatta hiç kimse vapura koştuğu gibi koşmadı bana.''

ahah bu biraz komik geliyor yazarken bile güldüm. Fakat ikisi de aynı kapıya çıkıyor. Salonu olmayan bir kapı, içeride kimsenin olmadığı bir kapı, çaldığın zaman kimsenin açmayacağını bildiğin bir kapı, yıllardır anahtarla açtığın bir kapı. Neye açıldığını bilmediğin bir kapı. Fonda sezen var. Diyor ki; bir başka dünyanın insanısın, sen kendi dünyanın toprağında büyüyorsun.

Biliyorsun, bilmek bazen iyidir. Acıtsa bile katlanılır kılıyor en azından acıyı. En azını yaşıyorsun acının.
Acının azı olur mu bilmem.Vardır belki de acı dediğimiz bir başkasına hiç gelir, güler geçer.

Saçmalamak, saçma sapan yaşamak acının acısını azaltıyor.

Bir yavru kedi dolandı bu sabah ayaklarıma.
Birimiz muhtaçtı dokunulmaya.
Hangimiz olduğu önemsiz
Mutluyduk dokunuşlar sonunda.

19 Ekim 2011 Çarşamba

Kendi Kendimi Arıyorum

Zevkler ve renkler gerçekten tartışılmıyor. Bu aralar sürekli arabest şarkılar dinliyorum diye. Tam gaz devam ediyor bu şarkılar ve Burcu'nun eşlik etmesi deli ediyor, sesi hiç güzel değil. Ben söylesem benim sesim daha güzel çıkar eminim. En azından karga telef etmem. Son olarak bu şarkıya kafayı taktım.

Hayat garip bunu yıllar önce yazmışım. Tam tarih olmasa da düşünüyorum ve yaklaşık olarak 12 yıl önce.
Demek ki her şey birbirinin tekrarı değişen tek şey tarih.

Yaşamak istediklerini
Yaşamak için
Yaşamak istemediklerini
Yaşamak zorundasındır.

ya yaa.


12 Ekim 2011 Çarşamba

Bedelli Yalnızlık

Uzaklara bakıp bakıp dalmakla ödenir
Sigara üstüne sigara yakmakla
Tek başına kadeh üstüne kadehle
Ne kadehi bırak kibarlığı onlarca şişeyle
Nasılsın diye sordukları zaman
Kısa ve net bir iyiyim cevabıyla
Uzatmaya gerek yok
Bilirsin kötü olduğunun onun için bir önemi yok
Buz gibi bir yatakla, bomboş bir evle
Raflarda duran kitaplarla
En sevdiğin filmlerle
İzlemediğin halde açık duran televizyon sesiyle
Her gördüğün insanda ondan bir parça aramakla
Onun gülüşlerini öpüşlerini hatırlamakla
Kendini teselli etmek için
Bazen ne yaparsan yap olmuyorlarla
Geceleri uyuyamamakla
Sabahları uyanamamakla
Hafta sonları keyfim yok
Siz kafanıza göre takılınlarla
Elinin telefona gidip gidip gelmesiyle
Sesini ne kadar özlesen de
O numarayı çevirememekle
Ardı ardına aynı şarkıyı
Onlarca kez dinlemekle
Ağlayabilirsen ne mutlu
Durmak nedir bilmeyen gözlerle
Anla işte kısaca çok ağır bedellerle
Ödenir.

7 Ekim 2011 Cuma

Vileda

Bilirsiniz bunu, hani yerleri sildikten sonra kovanın  içinde döne döne sıkarsınız, bastırır bir daha sıkarsınız.
İşte aynen böyle sıkılıyorum. Döne döne sıkılıyorum. Dün yazmıştım, ardı ardına sigara, çay, nescafe içiyorum.
Aynı rüyayı görür müsünüz? Ben görüyorum. Uyumak en sevdiğim hobilerimden birisidir. Artık uyumaktan nefret ediyorum dedim bu sabah kendime. Aynı rüyayı görmekten bıktım, ciddiyim. Rüyam kabus falan değil, aksine güzel ama uyanınca  yüzümü yıkarken aklıma geliyor ve suyla beraber yüzüm düşüp akıyor yanaklarımdan. Rüyamda bile bir iz arıyorum.

Bir tane telefonum var benim haha nefret ediyorum kendisinden, ona da söyledim zaten, aramız bozuk biraz. Eşyalarla konuşmak. :) İçinde bir fotoğrafım vardı, dalyaço'nun aylar önce çekmiş olduğu. O fotoğrafı ekran görüntüsü yaptım. Normal bir insan ne yapar? Sevgilisinin, eşinin varsa çocuğunun fotoğrafını ekran görüntüsü yapar. Hiçbiri yoksa narsistlikten kendi fotoğrafını koyar değil mi? Tamam benim yaptığım da kendi fotoğrafımı koymak. Ama telefonun ekranına bakan yarılıyor. Oğlum, palyaço ya lan neyse ben bir şey demiyorum diyerek gülmeye devam ediyor. Fotoğraf değişik, ilginç, söz konusu ben olunca biraz da komik. ıh ıh fotoğrafı anlatmayacağım, buraya zaten eklemem. Ama fotoğrafta suratım, vücudum ya da ben olduğumu anlatan hiçbir emare yok. Anarşistlik de değil, hoşuma gidiyor baktıkça hahah. Dur hatta şimdi bir daha bakayım. Kemiklerim sayılıyor fotoğrafta, bu kadar bilgi, detay yeter.

Harbi sıkılıyorum bunları da bu yüzden yazıyorum. Sınırsızca saçmalamak bu galiba, yazmayı bu yüzden seviyorum, biraz da. Belki de çok ciddi yazdıklarım kılıf arıyorum buna. Söylemek isteyip söyleyememek. Tıpkı şunun gibi.
''Ölecek miyim en güzel çağımda, söylenmedik cümlenin hasreti dudağımda.''

Size de olmuştur, söylemediğiniz cümlenin hasreti, yarası, acısı dudaklarınızda bir uçuk gibi çıkmıştır. Söyleyin, sonunu düşünmeyin. Varsın olsun, kahraman olmayın bir defa. Diyene bak deme, sen dedin mi diye sorma. İmkansızlıkların kıyısında uzatıyorum ben ayaklarımı.

Karnım acıktı benim.
Kalbim açıktı benim.

6 Ekim 2011 Perşembe

Of

Bu aralar çok sigara içiyorum. Öyle böyle değil. Ardı ardına 2 sigara birden yakıyorum. Akşam açtığım pakette 10 dal sigara kalmış. Cimrilikten değil ne kadar içmişim diye saydım. Çok içiyorum çok. Resmen sigarayı yiyorum. 1-2 dakika sürmüyor bile sigarayı sömürmem. Küllün küllün öksürüyorum ahaha. (Akdeniz yöresine ait bir tabir, başka yerlerde kullanılıyor mu bilmiyorum.)

Ayrıca annem beni çok özlemiş. hahah canım benim. Tabi ben biraz palyaço olunca arayıp sormayınca özlüyor. Annenizi arayın, özletmeyin kendinizi. Duyuyor musunuz ÖZLETMEyin kendinizi. : )
Ve son ayrıca, anlatmam lazım halen kendi kendime aklıma geldikçe gülüyorum. Mert, 4 yaşında. Hemen hemen her akşam rutin naber, nasılsın, bugün ne yaptın muhabbetimizi yapıyoruz.

- mert, naber?
+ iyiyim.
- naptın bugün?
+ ömer'e tokat attım.
- niyeeee.(şaşırırım, eline vur ekmeğini al mert'in, öyle bir çocuk)
+ o bana vurdu, ben de ona tokat attım.
- sütünü içtin mi sen.
+ içtim.
- peki ne zaman büyüyeceksin.
+ anneeee ben ne zaman büyüyecem.

Annesi ve palyaço yarılır. Büyüme mert büyüme sen hep böyle çocuk kal, güzel kal.

Ahlaki Radaeti

Ne demek biliyor musunuz? Ahlaki kötülük demek. Aylar önce duymuştum bu terimi. Bir insan kendisine yapılan ahlaki kötülüğün farkında ise ona bu kötülüğü yapanlar hukuken ceza almıyor. Ceza alsa bile iyi halden ahlaki kötülüğün farkındalığından dolayı aldığı ceza denen aslında ceza olmayan ceza indirime uğruyor.

13 yaşında bir kız çocuğu, dikkat et bak kız çocuğu dedim. Çocuk, sadece sıfat olarak çocuk. Ama hukuken, kanun söz konusu olunca aklı baliğ sayılıyor bu kız çocuğu. Onlarca insan görünümlünün tecavüzüne uğruyor ve sırf bu sebepten dolayı suçlular hakkı olmayan az gelen cezayı bile almıyor. Neden? Ahlaki kötülüğün farkında.

Yazdıkça saçmalayacağım. Detayı burada; Rezilliğin

4 Ekim 2011 Salı

Anlatamıyorum

On yedinci mektup bu. Ümit Yaşar Oğuzcan'a ait ama artık değil. Ayrıca fonda yine Müslüm G. var. Diyor ki; böyle bir aşk görülmemiş dünyada.

''Soruyorum, susuyorsun. ben sükûtun bu kadar anlamlı olduğunu bilmezdim. Bütün sorularımın cevabını bir bakışla veriyorsun, kâh bir gülüşle. zaman zaman gözlerinin içinde eriyip kaybolduğumu hissediyorum. yanımda olmadığın günler, geleceğin güne hazırlıyor beni. Yokluğuna böyle dayanabiliyorum. karanlıklar içinde her dakika gözlerinin aydıklık bakışlarıyla doluyor için. Aradığım her şey orada. cevapsız kalmış bütün soruları gün ışığına çıkarıyor gözlerin. 

Bekliyorum, geliyorsun. İşte diyorum yaşamak bu. Sevmek seni sevmekten başka bir şey değil.  Hiç kimseyi bu kadar özlemle beklemedim. Bu kadar inanmadım hiç kimsenin geleceğine. Onun için bir gün gelmeyeceğinin korkusu kahrediyor beni. Geleceğin mutlu âna yaklaşan her dakika yaşamaktan güzel, geçen her dakika ölümden acı.
Fakat gelişin her şeyi unutturuyor. Sıkıntılı öğle sonları günün en yaşanmaya değer saaatleri oluyor sen gelince. Kızgın bir güneş altında bana karlı dağ yamaçlarının serinliğini getiriyor ellerin.

İstiyorum, veriyorsun. Verdiklerin bir bakıma iflası oluyor saadet anlayışımın. Böylesine büyük nazların hayal bile edilemediği bir dünya üzerinde özlenecek başka saadetin kalmadığını düşünüyorum. O zaman her şey siliniyor gözlerimden. Sensiz bir yarının değersizliğini, çekilemezliğini daha iyi anlıyorum. huzur seninle kayboluyor, bütün sevinçler seninle gidiyor. Sensiz bir kanlı gömlek gibi giyiyorum üzerime yaşamayı. Çaresizlik hiçbir zaman sen yanımda olduğun anlardaki kadar kötü ve merhametsiz olmuyor. yine de her öpüşümde bana ilahlara has bir güç, bir büyük huzur veriyor dudakların.

Ağlıyorum, gidiyorsun. ama sen gözyaşlarımı görmüyorsun ki! ayrıldığımız yerde başlıyor yıkıntım. Kalabalık bir caddede, vapur iskelesinde ya da bir kapı önünde; nerede olursa olsun ayrılığın bir tokat gibi iniyor yüzüme, kocaman, sivri bıçaklar gibi delik deşik ediyor vücudumu. Her yer kan oluyor. artık dayanamıyorum, artık dayanamıyorum. Ağlamak bile kâr etmiyor. ben bu acılara, ben bu sürekli ölümlere önceden razı oldum. Şikâyete hakkım yok, biliyorum. İsyan etmem faydasız. kendi kaderinin çizdiği yolda yürüyor ayakların.

Yazıyorum, okuyorsun. Kim bilir ne dayanılmaz acılar içindesin sen de? nasıl her yerini bir sigara söndürülmüşçesine yakan özlemler içindesin. ''mümkün olsa hep yanında kalırdım,'' diyorsun. ''hiç senden ayrılmazdım, hep senin olurdum,'' diyorsun. İşte onun için sana hiç kızamıyorum ya' bütün isyanım çaresizliklere, bu kahpe imkânsızlıklara, bu mesefelere, bu zamana ve bu bizi çepçevre kuşatanlara, onların pis kurallarına, beş para etmez inançlarına.

O demir parmaklıklara, ağır kapılara, kalın zincirlere, o merhametsiz, çirkin gardiyanlara rağmen  seni seviyorum.

anlatamıyorum.''

3 Ekim 2011 Pazartesi

Arabest

Dinler misiniz bilmem. Sorulunca ''ay ben dinlemem'' demem. Dinlerim, yalnızca iki isim haricinde çoğu arabesk şarkıyı ve şarkıcıyı dinlerim. Müslüm Gürses favorimdir. Hatta bir ara albümlerinden bir tanesini baştan sona ezberlemiştim. Bugünlerde bütün gün kulağımda yani sabahtan akşama kadar arabesk şarkılar var. Hani sürekli aynı şeyi duyduğunuz zamanlarda artık o sesin farkına varmazsınız ya da etkilemez sizi. Aynı buna benziyor işte. Sadece bir kaç şarkıda farkına varıyorum şarkıların.

Bir tanesi Yıldız Tilbe'nin şarkısı. ''Kafam hafif dumanlı''
Diğeri de Müslüm Gürses'in ''Konuşsana bir tanem'' adlı şah eseri.

Gün içinde mutlaka bu iki şarkıyı duyuyorum. Tik gibi bir şey oldu.
İkisi de birbirinden mükemmel.



24 Eylül 2011 Cumartesi

Hep Kahır Hep Kahır

Başlık babamla benim favori isyan cümlemizdir anneme karşı. Hahah ikisini beraber çok güzel gaza getiriyorum. Annem başlıyor konuşmaya, durdurana aşk olsun. En sonunda araya giriyorum ve babama bu cümleyi söylüyorum. 'Hep kahır hep kahır' babam aynen başlıyor kasetten. 'Kırk senedir çektiğimi bir ben bilirim' üçümüz beraber gülüyoruz. Babam devam ediyor. 'Evinizin önünden geçerken elin ayağına dolaştı, görür görmez vuruldun.'' O değil harbi ciddi ciddi adam felaket yakışıklıymış. Gram abartmıyorum. Annem diyor ki; bilseydim evlenir miydim. Yalan, lan evlenirdi. bal gibi evlenirdi. Babamdan aynı cümlenin değişik versiyonu geliyor sonra. 'o benim 40 yıllık hayat arkadaşım.' Annem gülüyor, 'yemezler yemezler' der gibi.

Ayrıca ya da beraberce dün gece   Sevmek Zamanı adlı şahaseri izledim. Yok böyle bir film. Replikler çok az ve kısa. Boşroldeki adam kadının resmine aşık oluyor. Benden farksız hahah. Yokluğuna aşık olduğum gibi. Film nedense kendini bir şekilde izlettirdi. Yani sebepsiz. Akıcı değil, komik değil, diyaloglar çok az ve biraz mantıksız. Sürekli bir tsm, alaturka çalıyor fonda. Belki de izlememe sebep buydu.

Ben şiyir yazacaktım niye bunları yazdım bilmiyorum.

''neyse o
bu şiirin fiyatı
şiirin pazarlığı olmaz
hem baksana şu yazıldığı kağıdın kenarlarına
özenle yakılmış yazılırken içilen sigaralarla
kimbilir kim tütüyordu burnunda
ne kadar daha böyle sürecek diyorlar
bilmiyorlar, sürmediğini bilmiyorlar.
sürülen tek şey acılar
nadasa bırakılmıyorlar
üstüne üstüne geliyorlar.
sen hiç bekledin mi
ben de
yanıldın, beklemedim.
bekleseydim gelirdi.
yine mi bekledin derdi
yine mi gelmedin derdim
derdim!
senin bir türlü gelmeyişin.
ünlem var orada
Türkçe güzel bir dil
bir çok kelimenin çok anlamı var
çok'a ne kadar değer verdiğin önemli
mesela konu sen olunca
bütün her şey çok
seni düşünmelerim
seni sevmelerim
seni öpüşlerim
hepsinin yanında bir çok var
seni çok düşündüm
seni çok sevdim
seni çok öptüm
gördün mü?
seni çok yazdım
''bazı geceler uyanıp sigara içiyorum karanlıkta.''
aynı ben
tıpkı ben
hatta bu benim
yok yani geceleri uykumdan uyanıp sigara içen benim
karanlıkta, karanlığımda
sigaranın adı bilindik bir marka değil
Anlatamama sigarası
herkes içmez bu sigaradan
direkt kana karışıyor
sonra gözyaşlarına
tadı biraz buruk
istersen ona sor
her yerde satılmıyor
tiryakisi de az
sadece anlatamayanlar içiyor
camdan dışarıya bakıp
tiryaki demişken
tiryakinin önde gideniyim
ama dudak tiryakisi
şimdi sen dudak tiryakisi deyince
sigara anladın di mi?
yok, değil.
ben o'nun dudaklarının tiryakisiyim
öpemediğimden mi dersin
bence de
bence de diyorum sana
desene bir şeyler söyle susma
onun diyorum da
onun olamamak kötü
sahi sen hiç o'nun oldun mu?
ama o senin o'n oldu
yani senin bir on oldu.
ama onun bir o'su olamadın.
alfabemde bir harf eksik benim
28 harf kullanıyorum
ne zaman elim o harfine gitse
içim acıyor, bazen kanıyor.
o'suz yazıyorum
o'nsuz yaşamak gibi bir şey işte
yani hayatım gibi yazdığım her şey anlamsız.
neyse çok uzadı bu şiir
sonuna renkli poşetlerden
bir kuyruk yapayım
çocukken uçurtmalara yaptığım gibi
belki gülümsetir
bir de selam çakarız
selamımı alıp
gülümser misin?
bence gülümsedin.

23 Eylül 2011 Cuma

Seviyordum

Günlük rutin gazete okuma eylememi yaparken bir habere takıldım kaldım. Daha doğrusu bir istatistiğe.  Son 7 yılda 4190 kadın öldürülmüş. Son 8 ayda 143 öldürülme olayı ve ölüm nedenlerinin ortak noktası kadına/kadınlara şiddet. Bir cümle aklıma kazındı.

''Karısı için ölen erkekten karısını öldüren erkeğe geçme izah edilmeden çözüm bulunamaz."

Uğruna ölürüm diyen insan, uğruna ölürüm dediği kadını gözünü kırpmadan öldürüyor. Gerçekten benim aklım bunu almıyor. Sevdiği için her şeyi göze alır insan. Bu illa ki eş ya da sevgili değil. Kim olursa olsun eğer onu kurtarma imkanı varsa bir şekilde kendi canını hiçe sayar ve gözünü kırpmadan ölme riskini umursamadan onun için her şeyi yapar. Ama gel gör ki artık durum değişti. Bir haber daha aynısının bir değişiği.

Kadın 3 kez kocasını şikayet etmiş. 'Şiddet görüyorum, öldürecek' diye karakola, savcılığa gitmiş. Suç duyurusunda bulunmuş. Kimse duymamış, sonuç sıfır, adam delil yetersizliğinden serbest bırakılmış. Ve Adam şu an suçlu. Çünkü delil elde edilmiş. Delil, ne olabilir? Evet karısını öldürmüş.

Hakim soruyor.

+ Eşini neden öldürdün?
- Seviyordum hakim bey.

Adamın cevaba bakar mısın? Bu da gerçek bir diyalog. Adam savunmasını bu şekilde yapıyor. Seviyordum.

Sevmek, öldürmek için yeterli bir neden. Sevmek eşittir öldürmek oldu bu diyarlarda.

Bu da link

21 Eylül 2011 Çarşamba

Yavaş

Bugün çenem mi düştü, zevzekliğim mi üzerimde bilemedim.

Dalyaço ile son sürat gidiyoruz. İbreye bakmıyorum bile, zaten baksam da bir anlamı yok. İnsan gibi hızlı sürüyor arabayı. Fonda Emel'in Hovarda şarkısı çalıyor. Deli bir gaz veriyor şarkı, ikimizde eşlik ediyoruz ve son sürat devam ediyor gitmeye ben de içimden ona saydırmaya.

İnan o an aklımdan kaza yapsak kurtulamayız diye geçiriyorum ciddi ciddi. Gözümün önüne gazete manşetleri geliyor. ''İkizler ......'' Sadece hız değil yaptığı. Makas atıyor. Öyle şahine doluşup gezen ufak veletler modu da değil, misafirlikten çıktık eve gidiyoruz. Adam araba sürerken kendinden geçiyor. Alıştım, bir şey demiyorum. Ama aklımdan kaza ihtimali geçiyor. Zaten kemeri de bu yüzden hep takarım, taktım da. Dünyanın en iyi şöförü bile olsa o kemeri takın.

Ve bil bakalım ne oldu. Aptala malum oldu ne olacak. Yine ucuz kurtulduk. Ne arabaya ne bize bir şey olmadı. Uçmaktan, takla atmaktan, duvara toslamaktan bütün ihtimallerden ucuz kurtulduk. Araba 8 çizdi, gittiğimiz istikametin tersine döndük ve kaldırıma çıktık. Şimdi karşıma geçmiş gülüyor. Kanki omzuna bir şey oldu mu diye soruyor zevzek hatta zevzeğin önde gideni, flamalısı. O değil suçu da yok çengelköy hıyarının. Hızlı gitmesi vs. gram suçu, hatası yok. Kızamadım da içimde kaldı ahah.

Yavaş gidin yavaş.

Bunu da İzleyin

İ Spit On Your Grave

Filmden tek spoiler;

- o sadece masum bir kız.
+ ben de öyleydim.

Bu aralar dram, gerilim, psikolojik, intikam, romantik komedi (her zamanki gibi) sarmış durumdayım.
Bu film hepsini (komedi hariç) içeriyor. İzleyen bir çok insan sahneler abartılmış demiş, vahşi falan bulmuş.
Ama şu diyalog her şeyi özetliyor. Bence değil, herkes hak ettiğini öyle ya da böyle buluyor. Film bile olsa.

Sıradaki Die Welle bakalım bu nasıl bir film.

O değil de birazdan bir yere gideceğim içimde gram heycan yok e' siz işte.
Mütemadiyen ömürleşiyorum gedikleşiyorum.
Haydi güzel günler size.

İzleyin

Oldboy filminden. İntikam ve dram bir arada.

''Sevgilim nerede merak ediyorum
gece giderek ıssızlaşıyor
gözlerimizle konuştuğumuz sözcükler
ellerimizle de hissedilebilir
pek çok geceler geçti
sana olan duygularım hala değişmedi
gözyaşları sel oldu aktı gözlerimden
ama hala özlediğim bir yüz var.''

La Fille Sur Le Pont/ Birlikte olup, birlikte olamamanın Fransızcası.
Nueve Reinas/ Olağan Şüphelilerin bir değişik versiyonu.

19 Eylül 2011 Pazartesi

Yatış

Epey bir zaman önce yazmıştım. Sık sık aynı rüyayı görüyorum diye. Aklım beş değil onbeş karış havada olduğundan sürekli uçuyorum. Özellikle hani o gün yatağa rahat ve huzurlu, sinirsiz, stressiz girdiysem kesinlikle uçuyorum. O sokak senin bu sokak benim havalarda gezip tozuyorum.

Şimdi ise farklı bir şey var bünyede. Yatış şeklim daha doğrusu uyanış şeklim ya da uyandığım an durduğum pozisyon. ahaha yok yok amuda falan değilim. Öyle gece yattığım pozisyonun tam terside değil. Dur, geleceğim. Bazıları vardır; başının altındaki yastık ayaklarının arasında, üstündeki battaniye komple altında ya da baş ve ayaklar yer değiştirmiş bir şekilde uyanır. Benimkisi ise hayli garip. Yani bana garip geliyor.

Çok kere kendim değil de bir başkası uyandırdıysa fark ediyorum bunu. Hep aynı şekilde uyanıyorum. tamam geldik hahah.

Şu şekilde; sırt üstü uyanıyorum, dümdüz bir şekilde ellerim göğsümün üzerinde kenetlenmiş, parmaklar birbiri üzerine geçmiş ve tam göğsümün üzerinde. Bu sabah uyandığımda yine bu şekildeydim. Garip, acayip bir huzur var. Anlamıyorum, anlam veremiyorum ama çok kez bu şekilde uyanıyorum.

En iyisi bi sigara içmek.

17 Eylül 2011 Cumartesi

İnanmak

''İnanmak için görmek değil, görmek için inanmak gerek.''

Siz ya da başkaları ne yaparsınız bilmem ama ben, görmek için inanmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Yani görmeden de inanabilirim ve bu sözü çok seviyorum. Bugün kafam allak bullak oldu. Yo yo konu din meselesi falan değil sadece inanmak üzerine. Bir söze, olaya, kişiye herhangi bir inanma durumu. Bazen kırmamak için susarım ve karşımdakinin istediği, duymak istediği cevapları veririm. Bilinçli yaparım bunu. Onun istediği cümleleri kullanırım ve haklısın derim. Bilirim, kırarsam bitiririm ve kesinlikle virgül yerine noktayı koyarım. Öyle deli bir inadım vardır. Var var bakmayın böyle yazdığıma haha. Neden onun istediği cevapları veriyorum da kendi cevaplarımı vermiyorum. İşte cevabı bu sözün içinde gizli.

O, onlar daha doğrusu; inanmak için görmek istiyor.

Ben, görmek için inanmanın yeterli olduğunu düşünüyorum.

Anlaşamadık zaten evet haklısınız dedim, sustum. Susmak en zor olan ama en güzel cevapmış.
Ve hani öyle bir ah ettim ki inandım dediğim şey eğer bir gün olursa hiçbirisinin haberi bile olmayacak ve onlar sekiz gözle haber bekliyorlar hahah. Neyse anlatamadım ama anlattım. Tek demek istediğim, inandığınız şey her ne ise bırakın başkalarının sözlerini, gözlerini görmesine gerek yok. İnanmak yeterli bazen, inanın. :)

16 Eylül 2011 Cuma

Karışık

Bazen çok güzel duruyorum. Kırmızı ışık yanıyor resmen hayatımda. Öylece kıpırtısız, sakin, sessiz duruyorum. Bir adım ileriye gitmiyorum. Yeşili yakmak elimde ama canım istemiyor, gerçekten istemiyor. Belki bir şeylerin devam etmesi için gerekli. Fakat sonuna bakınca görünen resim hep aynı. Kocaman boş bir tual ya da tuval bakamam şimdi yazım şekline. Böyle bir tembellik işte.  Yazarken böyle ikilemde kalınca deli oluyorum ayrıca. Evet resim aynı, elde var sıfır yani elde var hüzün. Yok girmeyeceğim şiire falan. Akşam insanın bir tanesi uzaklardan geliyor, onunla görüşeceğim. İnsan derim kendisine, anla işte. Defno'mun babası. Hani derler ya 'Alimden zalim doğar, zalimden alim'. ikisi de değil fakat bu insanın dünyalar tatlısı bir kızı var. Öyle böyle değil, fotoğraflarımı görünce gülüyormuş.

Link verip vermemek arasında kaldım. Arasıra zaytung haberlerini okuyorum. Öyle bir ironi, komedi, acı var ki haberlerinde. Gülsem mi ağlasam mı çelişkisini yaşıyorsun. Aslında Türkiye'nin, Türk insanın tipik özelliğini en güzel şekilde anlatıyor. Ayran yok içmeye Ferrari kiralıyor misali. Haberin bir kısmını alıntılıyorum.

Başlığı şu şekilde;

''Dört Senedir İşsiz Gezen Serhat Günışık , Şike Soruşturmasının Türk Futbolunun Marka Değerini Düşürmesinden Endişe Ediyor.

3 Temmuzdan bu yana Türkiye'nin gündemine oturan şike soruşturmasında son günlerde sıcak gelişmeler yaşanırken, Türk futbolunun marka değerinin düşmesinden büyük endişe duyan işsiz genç Serhat Günışık (29) sık sık gittiği kahvehanede yaptığı açıklamalarla suskunluğunu bozdu. Okeye döndüğü esnada, Türkiye Süper Ligi'nin ekonomik hacminin geçtiğimiz 5 senelik süre zarfı içerisinde milyar dolar seviyesini geçmiş olduğunun altını özellikle çizen Günışık, bu tip krizlerden minimum zararla çıkabilmek adına UEFA tüzüğünün 23. maddesinin C bendini işletmenin her zaman son seçenek olması gerektiğini hatırlattı ve Türk futbol camiasındaki herkesi sağduyulu olmaya davet etti.

Olayları çok yönlü olarak değerlendirdi

 Cebinde, yanında bulunsun diye eşinden aldığı 20 lira dışında para olmayan Serhat Günışık, Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi'nden men edilmesinin ve Bank Asya 1. Ligi'ne düşürülmesinin doğuracağı maddi zararın iyi hesaplanması gerektiğini belirttiği konuşmasında, tüm yönleriyle yaşanan süreci değerlendirdi. Doğru bir analiz yapmak için olayları şikeye adı karışan kulüpler, isimler, TFF, UEFA ve FIFA açısından ayrı ayrı gözden geçirmenin önemine değinen Serhat Günışık, "Ortada Türk futbolunun yara alabileceği, çok hassas bir konu var. Bu noktada herkese eşit mesafede kalarak en doğru teşhisleri koymak için elimden geleni yapıyorum" diyerek hassasiyetini gözler önüne sererken, arkadaşlarına "İstasyon yapmayın beyler" şeklinde uyarılarda bulunmayı da ihmal etmedi.

Selçuk Üniversitesi Kamu Maliyesi Bölümü'nü 7 senede bitiren işsiz genç, geçtiğimiz aylarda çıkan yasa ile birlikte şike davalarına artık ağır ceza mahkemelerinin bakması, federasyonun yetki alanı, UEFA'nın benzer vakalardaki tutumu ile ilgili detaylı bilgiler vererek devam ettiği konuşmasına daha sonra verdiği şu örneklerle devam etti:''

İşte böyle vahim bir tablo. Ülkecek (haha ülkecek ne ya) bu haldeyiz. Ne acı değil mi?

Ayrıca dizileriniz batsın emi.

3 Eylül 2011 Cumartesi

Eksik

Bazen bir şeylerin eksik olduğunu hissedersin hayatında. Beklersin, beklersin, beklersin. Çok beklersin hahah. Dile bile getiremezsin, susarsın. Çünkü anlatılmaz. Anlatılır da sen anlatamazsın. Öyle bir anlatılmazlık. Ardı ardına anlatamama sigarası içersin. Ne çoka yarıyorsa.

Aslında pek bir şey yazasım yok bu aralar. Elim klavyeye gitmiyor. Ne diyordum? Eksik, evet sözleri cuk diye oturuyor. Bazen sözler cuk oturur. Ne yaparsan yap kalkmaz.

16 Ağustos 2011 Salı

Her Şey Boş

''sanma ki sonsuza kadar sürecek şanın
ölüm olacak en büyük nişanın''

Her şey boş işte. Anlıyorsun ölüm kapını çaldığında. Ne kötüdür o ölüm sessizliğini yaşamak, mezar sessizliğine gömülmek. Haykırmak isterken susmak. Geçmiş geliyor aklına, yaşananlar tek bir kötü an hatırlamıyorsun.

Gururun, nefretin, kinin, çocukça verdiğin savaşlar, küsmelerin, kendinden nefret ettirdiklerin her şey boş geliyor. Kaçışların, susuşların, boş işte o nişanı takarken tek başınasın.

Anlıyorsun uğruna kendini yıprattığın, bitirdiğin, seni bitme noktasına getiren, seni parça parça yok eden, içini acıtan, üzen ne varsa dünyaya ait boş geliyor.

Dolu olan tek şey anlıyorsun ki ne kadar sevdiğin bir o kadar da sevildiğin. Bunun haricinde her şey boş.

Uğruna verdiğin savaşların,, başkalarının en önemli diye diye onlara ayak uydurarak beynini yiyip bitirme noktasına getiren düşüncelerin. Dert diye dertsizliği dert edinmen. Yarın işyerinde, okulda, evde nasıl üstesinden geleceğim diye kafaya taktığın aptal saptal şeyler. Çok önemliymiş gibi gözüken, yapamazsan dünyanın sonuymuş gibi gelen işler. Hepsi boş aslında. Dert bile değil, sadece biz dert ediniyoruz. Aslında biz dert ne demek bilmiyoruz, biliyor musunuz?

Yazdıklarımız, yaptıklarımız, onca şey boşa yaşanan bir hayat gibi geliyor. E o zaman ne yapalım? Yaşamayalım mı? Hayır, yaşayın. Ama gerçek dertler edinerek. Hayatı, dünyayı, insanları görerek. Görmüyoruz hiçbirimiz. Görmezlikten geldiğimiz için göremiyoruz. Hepimizin keyfi yerinde aslında. Hayatı da bir şekilde devam ettiriyoruz. Ama sorsan bana, sana, ona bir dünya derdimiz var. Yok mu?

Yok aslında. Biz hak ettiğimizden fazla iyi ve lüks bir hayat yaşıyoruz. Sahip olduğumuz lüksün bile farkında değiliz ve bu lüks içinde gözler öyle bir körelmiş ki herkes daha fazlasını ve daha iyisini istiyor. Sahip olduğumuz hiçbir şeyi beğenmiyoruz. Hep daha fazla hep daha iyisini istiyoruz, bunun için didinip uğraşıyoruz. Bu arada kendimize en gereksiz şeyleri dert ediniyoruz. Aslında hepsi boş.

Neden boş? Bu kısmı boşver boş işte. Dolu olan ne peki? O kısmı sen doldur.

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Yalnızlık

Kaledir ve tek başına korursun. Surlarına tırmanmak ister birisi, gözünün yaşına bakmadan aşağı atarsın. Bir başkası gelir fethetmek ister. O bayrağı oraya nasıl diktiğin aklına gelir, bu yalnızlık uğruna verdiğin savalar. Bir ordu gibi savaşırsın yine onunla tek başına ve ne olursa olsun galip gelirsin. Kalırsın yalnızlığınla başbaşa. Bir diğeri gelir, o kalenin içinde beraber yaşamak ister seninle. Sana yardım etmek ister. Yıkılan surlarını onarmak ister. Sormaz bile kimlerin yıktığını, öğrenmek istemez. Tek istediği harcı yaparken kattığın gözyaşlarına ortak olup seninle ağlamak. Daha güçlü daha sert olsun diye. Yok dersin, ısrar eder, sinirlenirsin. Kırarsın, kırmak istemediğin halde. Öyle bir alışmışsındır ki o yalnızlığa. Her gece nöbettesindir, karanlığa bakıp biri geliyor mu diye dalarsın boşluğa. Koruma içgüdüsü tetikte bekliyordur her an. Fakat, istersin ki tekrar gelsin o son biri. Sunsun sana zaferini. Diyemezsin bunu, unutamazsın o gururu alamazsın ayağının altına.

Yine kalırsın kalenle başbaşa. İhtişamına herkes şaşırır, öyle güzel görünür ki bu yalnızlık öteden, hayran hayran izlerler ve sen dört sur arasında çıldırırken tek başına, aklına gelir attıkların sur dışına. Pişman olursun fayda etmez. Yıllar geçer, geçerken bir haber bile vermez. Sarmaşıklar sarar her yanını, dört koldan. eski, tenha, kimsenin uğramadığı unutulmuş eski bir kale olursun.

Yıllar geçtikçe istersin ki biri gelsin, artık kapısını bile kitlemediğin kalene. Çeksin aşk denilen bayrağı göndere. Unutursun bir zamanlar çek git demelerini. Hepsi çekip gitmiştir. Aşk denilen bayrağı değil, seni bir başına bırakarak kalenle.

Fakat yine de içlerinden birisi halen bekliyordur, beyaz bayrak elinde. :)

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Ayla yu

Söylesene kalbin hangi yönde
adı ne hangi ülke
eğer istersem
verir misin vize
iç hatlar seferlerinden herhangi bir uçak
düşer mi gözlerine
yoksa tüm hatlar dolu mu sana giden
boş yer yok mu ülkende
mülteci olarak giriş yapsam
kalbinin sınır kapısından
kurtarır mısın beni
dikenli tenlere takılırsam
bir yudum su verir misin
dudaklarından
korkma fazlasını istemem
fakat benden söylemesi
dudaklarına böyle çabuk kanmam
yakalanırsam eğer
sensizlik kamplarında
alı koyulursam geri gönderilmek üzere
adresinde bulunamayan mektuplar gibi
tekrar okumak ister misin beni
okuyamadım diye hayıflanma
her satırımda yazan tek cümle seviyorum seni
birazdan sabah olacak
bu karanlıklara güneş doğacak
ay batıyor tam şuramda
ay battı tam şurama
bir toplu iğne
hatta çatal iğnenin diğer ucu
bense öteki
gel kapanalım artık birbirimize
sen tenime batan iğne
sen tenimde ağrı
gel de çivi çiviyi söksün
kanırtalım acılarımızı.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Afrika, Açlık, Susuzluk, 5 TL

Halen, bilmeyen, duymayan, görmeyen insanlar olabilir diye düşünüyorum. Çünkü her şey olup bittikten sonra farkına varıyoruz. Arkadaşlar hiçbir şey yapamıyorsanız 5 tl gibi cüzi bir rakamı gözden çıkarabilirsiniz. Herkes yok şöyle yok böyle diye saçma sapan konuşuyor. Sanki milyarlarca para yardımı yapıyorlarmış gibi. Evet, toplamda büyük bir para ama ben inanıyorum ki o insanlara bir şekilde ulaşır ve bu ulaştırmaya çalışan kanalların bir çoğu resmi kanallar. Sözlükten alıntı yaptığım entrynin bir kısmı.5 tl belki bir çocuğun hayatını kurtarmaz ama hayatta kalmasını sağlayabilir. Umarım  bir gün mevsim akdeniz olur onlar için. Kendimden bir şeyler katıp insanlara çok şey demek istemiyorum ama şu yazı gözlerime gözlerime sonra da beynime vurdu.

''Kaçan bir gol kadar üzülmedik değil mi ölürken çocuklar o güzel afrikada.''

Bir tek ölüm sırasında
kadınlara ve çocuklara
öncelik tanıyor dünya
Önce kadınlar ve çocuklar
toprak uğruna
toprak oluyorlar toprağa.


afrika yaz 5601 - (diyanet)

afrika yaz 2868 - (kızılay)
afrika yaz 3072 - (ihh)
afrika yaz 3005 (unicefturk) (aphelion'un tavsiyesiyle)

bankalar üzerinden (kredi kartı/havale/eft) için ilgili linkler

türk kızılayı

http://secure.kizilay.org.tr/nakdibagis.aspx?kodu=24

diyanet işleri başkanlığı

http://www.diyanet.gov.tr/...anligi-duyuru-11784.aspx

unicef turkiye'nin kampanyası (burky'nin tavsiyesiyle)

http://www.unicefturk.org/acildurum/

dünya gıda programı (kredi kartı ya da paypal ile ödeme yapılabiliyor ) (prodromal tavsiyesiyle)

http://www.wfp.org

kızılhaç

http://www.icrc.org/eng/donations/index.jsp

Ayrıca bu sitede biraz daha detaylı bilgi var isteyene.

http://somaliyeyardim.blogspot.com/

5 Ağustos 2011 Cuma

Görünmez T

Sessiz sedasız geçiyor günlerin
ne arayanın var ne sorarın
ne arıyorsun ne soruyorsun
içindeki ses bastırıyor bütün sesleri
tek bir kelime duymak istemiyorsun
yazık değil mi
ertelediğin güzel günler
ertelediğin gülen gözler
bir mutluluğu erteliyorsun
ayıp değil mi sana
yakışıyor mu hiç
benden başkası dudaklarına
sessiz seda sız geçirme artık şu hayatı.

Bu yazılar şiir olmaz hahah.

Beklemek

Başlığa bakınca ilk akla gelen sevgili falan filan ama yok değil. Dilime dolanıp durdu bu beklemek hadisesi.

Garip mi  değil mi bilemedim. Sanki bu dünyanın kanunu bu adı koyulmamış. Etrafındaki insanlar senden hep bir şeyler bekliyorlar. İstisnasız herkes ama herkes senden bir şeyler bekliyorlar. Sonu ne olursa olsun bir beklentileri var. Onca yılı onların beklentilerini karşılamak üzere tüketiyorsun, bitiriyorsun. Bazen çıldırtıyor beni bu bekleyenler. Ailen, iş arkadaşların, çocukluk arkadaşların, okul arkadaşların, akrabaların herkes işte. Delice beklentileri var senden. Daha iyi ve daha mutlu bir hayat sürmen için. Aslında bekledikleri senin daha iyi bir hayat sürmen değil, onların beklentilerini karşılaman. Onların istediklerini yerine getirmen. Kimse sana o soruyu sormuyor. Sen ne yapmak istiyorsun?

Herkes akıl veriyor. Sınavlara gir, kazan ve memur ol. Kimse sana memur olup olmak istemediğini sormuyor.
Şu bölümü seç. O bölümü seveceğini, sevdiğini, okumak istediğini duymak bile istemiyorlar.
Şu işe gir. O işte bir ömür boyu çalışmak istiyor musun? Bence hayır.
Şununla çık/evlen. Onunla anlaşabileceğini bile bilmeden. Maksat evlilik olsun.

Habire sırtına yüklüyorlar, bu yük altında omuzlarının çöktüğünü görmeden yıllarca.
Ve nedense sen bu beklentileri hep karşılamaya çalışıyorsun. Garip olan bu belki de. Hepsine tamam diyorsun. Sırayla yerine getirmeye çalışıyorsun. Olan sana oluyor. Sen, sen olmaktan çıkıyorsun. Seni değiştiriyorlar.
Sana senin istemediğin bir şekil veriyorlar. Ve sen bu şekilsizlik içinde yılları bitiriyorsun.

Herkes sana, senden beklentilerini sıralıyor. Beklenti listesininde onlarca madde var yerine getirmen gereken.
Kimse sana beklentilerini sormuyor, yapmak istediklerini. Bunları söylediğin zaman burun kıvırıyorlar. Burun nasıl kıvırılırsa ahaha iğrenç, neyse. En basit, en güzel belki de en saçma hayalini söylediğin zaman bile gülüyorlar. Bırak gülsünler. 

İnsan hayır dedikçe daha güzel yaşıyor bence. Hayır demeyi öğrenmek bir o kadar da zor. Bazen acıtsa ve yalnız bıraksa bile insan hayır demeli. Belki de kendine yapacağı en büyük hayır, hayır demek. Bırak başkaları beklesinler, sen beklediklerini gerçekleştir. Onlar çok beklerler ve beklesinler.

4 Ağustos 2011 Perşembe

Olmadığın Yerlerde Seni Aramak

Delilikse en büyük deliliğim bu.

Bazen eski bir türk filminde çıkıyorsun karşıma. gözlerinin rengini boşver. buğulu ve hüzünlü bakıyor. önemli olan sadece bu. buğusuna kocaman harflerle yalnızım yazmışsın. başını kaldırıp bakamadığından kimse okuyamadı bu yalnızlığı gözlerinden. daha dün demişim; sen, gördüğüm en cesur korkaksın diye. konu kendin olunca korkaklığın nasılda çıkıyor ortaya. en büyük sığınağına kaçıyorsun. kendine. insan bir tek kendine kalırmış, iyi biliyorsun bunu.

bazen okuduğum romanlarda çıkıyorsun karşıma. öyle ihtişamlı bir yalnızlık ki herkes aşık oluyor bu yalnızlığa. mutluymuş gibi görünen ama mutsuzluğu bir türlü okunmayan satırlar arasında. sayfa sayfa ilerliyorsun ve büyütüyorsun bu yalnızlığı. kelimelerle süslü bir yalnızlık. anlatılan hikaye eski bir acı, düşünüyorum da acılar bile eskiyor. sen halen yepyeni bir yalnızlık içindesin. tam bedenine göre her gün yıkayıp yıkayıp giydiğin bir yalnızlık.

bazen hüzzam makamında bir şarkısın dudaklarda. diyorum ki en sevdiği şarkı. söylendikçe acı, söyledikçe acı. acı bir şarkısın dudaklarımda. ne yaparsam yapayım sözlerini unutamıyorum. kalbimde çınlıyorsun inim inim. kim yazdırdı sana bu yalnızlık kokan şarkıları. kim sevdirdi söylesene, kimi sevdin böyle hüzzam makamında. öyle yalnızsın ki o herkesin olma istediği makamda.

bazen gece. gece gibi siyah hatta karanlık. ıssız bir karalık bu. leke gibi tüm bedeninde. sarıp sarmalamış seni. nereye kadar sürecek söylesene. gözyaşların çok şey anlatıyor di mi? ama dinleyen yok. çağlayan olmuş mübarek. herkes arkasındaki hazineyi istiyor. hazine damlalarda kimse bilmiyor. kimsenin aklına gelmiyor. bu da çok acı. kimsenin aklına gelmiyorsun. benimse gitmiyorsun.

bazen hüzün taşıyan bulutlardasın her gün oradan orada savruluyorsun rüzgarında. bardaktan boşalırcasına yağıyorsun yanaklarına.

bazen yıldızlara soruyorum, bazen kedilerle konuşuyorum. bazen bahçedeki güllere soruyorum. kıskanıyorlar seni en çok da kırmızı olanları. onlar bile sen gibi kokmuyor.

Bazen boş bir cafede tam karşımdaki duran sandalyede
bazen ufak bir çocuğun gülüşlerinde
bazen kırmızı ışıkta beklerken
bazen bakkaldan sigara alırken
bazen o sigarayı yakarken
bazen boş sokaklarda ansızın çıkacaksın diye karşıma
bazen insan kalabalıkları arasında
pardon deyip birbirimize çarpaçakmışsızcasına
zaten bu insan kalabalalıklarında çarpmadık mı biz bize
kısa olmadığın yerlerde seni arıyorum

ve ben nerde değilsen
orada arıyorum bensiz seni
gel de bul bizi.

2 Ağustos 2011 Salı

Doğurmasalarmış

Diyemiyorum ben. Bir çok insan böyle diyordur muhtemelen. Eğer ağzınızdan ansızın böyle bir kelime çıktıysa bile kötüsünüz demektir. Doğmak onların suçu değil ki. Onların yerinde kim olsa doğmak istemezdi. Onların ki yaşamaya doğmak değil, ölmeye doğmak. Açlıktan, susuzluktan bitap düşmek. Sonra salgın bir hastalık, çaresizlik. Ne hastane ne doktor ne de ilaç. Tek suçları doğmak yanlış yerde doğmak. Bir diğeri tenlerinin rengi. Zenci değil siyah inci demişti adamın birisi. Yaşamadan ölüyor inciler. Biz nelerin derdindeyiz insanlar nelerin derdin diyorum.

Akşam üzeri bir arkadaş aynen şunları diyor.
''samsungun bir telefonu var, 12 megapiksel 32 megabayt bütün özellikleri süper.''
diğeri onu destekliyor.
''evet evet, süper, manyak telefon.''

O anlarda daralıyorum ben, bu muhabbet epey bir sürüyor. Ne zaman bitecek diye düşünmüyorum. Bitmeyecek çünkü iyi biliyorum. Kaçıyorum, uzaklaşıyorum. Bir diğer tarafta şike, futbol muhabbeti. İyi geceler deyip uzaklaşıyorum. Cidden daralıyorum, adamların tüm muhabbeti telefon ve futbol üzerine. Eğer bu değilse muhabbet başka bir saçmalık. Uzatmıyorum listeyi anladınız işte.  

Bizim aslında tek derdimiz, derdimizin olmayaşı. Dertsizliği dert bellemişiz. Kendimize dertler icat ediyoruz ve bu sayede mutsuz oluyoruz. Yok ev taksiti, yok kredi kartı borcu, yok arabanın borcu. Uzat bu listeyi. Yazın yaptığın tatilin ikinci taksiti. Sonra markette ucuz çocuk bezi ara, fiyatları karşılaştır, bilmem ne.

Bir tarafta gerçek dertler, acılar. Bir tarafta hiçler. Hiçleri dert yapan bizler.

Önce kadınlar ve çocuklar ölüyor
Savaştan
Açlıktan
Susuzluktan
Tüm suçları masum olmaları.

Dayanabilirsen tıkla ve oku, bak.

Gerçekler Sadece

Gözlerine Dokunur




İki Dilim Börek

Aklımda dönüp duruyor şu iki dize. Bana hiç güzel gelmiyor biliyor musunuz?

''Yanlış numaraymış bakışlarım
sana çevirdiğim için özür dilerim.''

28 Temmuz 2011 Perşembe

İki Korkak

Nedense sustumu dinlerken yazdım ve nedense susuyorum.

''iki korkağız biz
cümlelerin arkasına saklanan
söylenmeyen söylenenlerden
anlam çıkarmaya çalışan

iki korkağız biz
gecelere sığınan
karanlıkta birbirimizi buluruz umuduyla
bir sigara daha yakan

iki korkağız biz
delicesine seven
buna rağmen
dile getiremeyen

iki korkağız biz
ilk adımı birbirimizden bekleyen
sırf bu yüzden
bir adım ileri gidemeyen

iki korkağız biz
birbirimizi aklımıza getirip
tebessüm eden
gülüşlerimizi
kulaklarımızda çınlatan

iki korkağız biz
öylesine büyük ki sevgimiz
acaba diye ikilemler içindeyiz
evet evet biz

iki korkağız biz
ben senden
sen benden korkuyoruz
bir türlü biz olamayan bizden

korkma yanımda sen olacaksın
gel artık korkma
sığınağın olayım sığın bana
gel gel
ilk defa
mutluluktan ağla.''

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Of Yaa Çok Sıcak

Bazen yemediğim iki lokma yemek bile fazlaymış gibi geliyor. Birazdan yemek yiyeceğim, yine bir parça yine bir lokma. Sevdiğim yemekler haricinde en güzel yemek olsa bir iki lokma yer bırakırım. Bu huyumdan nefret etsem bile yemek seçiyorum. Karnım aç olsa bile yemem. Öyle cins bir huyum vardır. Rahatım ya ondan belki de. Kıymetini bilmediğimden de olabilir. Açlığı, susuzluğu, parasızlığı bir lokma yemek bulamamayı bir çoğumuz yaşamıyoruz. İstediğimiz önümüzde, istemediğimiz reyonlarda, raflarda her an ulaşabiliyoruz. Bazen bize çok bile diyorum, hak etmiyoruz gibi geliyor.

Bir kaç haftadır gazete ve tv'lerde hasıraltı edilen sonlarda yer alan görüntüler ve haberler var. Biraz önce gazete okurken yine takıldım. İnsanlar açlıktan ölüyor. Ufacık bir çocuk açlık ve susuzluktan erimiş, sadece kemik kalmış. Bizse beğenmiyoruz. Tadını, tuzunu daha iyisini istiyoruz, yüzümüzü buruşturuyoruz. Sonra mutlu değilim diye isyan ediyoruz. Biz mutluluğuzun farkında değiliz ve kaybetmeden asla farkına varamayacağız. Yanlış yerde doğmak mı, şanssızlık mı, dünyanın, doğanın dengesi mi bilmiyorum. Bir tarafta bu sıcakta denizde güneşlenen, eğlenen, sınırsızca tüketen insanların görüntüsü, diğer tarafta bir lokma yemeğe, suya ihtiyacı olan insanların görüntüsüzlüğü. Evet, görüntüsüzlüğü. Görmezden geliyoruz, öyle bir zamanki unutmaya alışmışız. Yine unutulacak, ben dahil. Yemek kuyruğunun ucu bucağı görünmüyormuş.

Görmezden geldiğimiz için görünmüyor olsa gerek.

Aşırı Dozda Yalnızlık

Bir insan ölmeyi istemez. Çok büyük bedensel, ruhsal engeller yaşamadıkça yani yaşayamadıkça kendine zarar vermek istemez. Hele ki bir çok insanın olmak istediği yerdeysen. Ün, para, şöhret, ışıklı tabelalar, dünyada herkesin seni tanıması, dinlemesi. Kısaca ünlü ve zengin biriysen ve genç yaşında hayatının sonuna kadar sana yetecek bir para kazandıysan, kazanmaya devam ediyorsan. Hangi insan bu durumdayken ölmek ister ki? Ne kadar aptalca ve saçma geliyor değil mi? Bize görünen bu.

Bu dünyanın sunduğu ise, her kapı açılıyor önüne. Sınırsız bir hayat yaşıyorsun. Her şeyi en uç noktalarda yaşıyorsun ve gözler önünde. Kendini ulaşılmaz yapıyorsun ve bu sefer gerçekten ulaşılmaz olmak için ulaşılamaz oluyorsun. Yapayalnız kalıyorsun zirvede. Ne acı.

Evet bu konuya Amy W. sebebiyle geldim. Hakkında yargısız infaz yapılan birisi. Sakın dinlediğimi ve hayranı olduğumu düşünmeyin. Aksine bir şarkısını az önce dinledim baştan sona bu kadar. İnsanlar ne kadar beyaz, ne kadar iyi ve ne kadar düşünüyor. Herkes bir başkası hakkında atıp tutuyor. Konuşuyor, ömrünü başkaları hakkında atıp tutmakla, yargılamakla geçiriyor. Ve ona bakınca yaşlandığına koca bir hiç görüyorsun.

Amy içinde aynısını söylüyor bu insanlar. Aşırı dozda uyuşturucudan öldü.

Bu akşam haberlerde tekrar bu cümleyi duyunca aklıma ilk bu başlık geldi. Ne uyuşturucusu lan, bildiğin aşırı dozda yalnızlıktan öldü bu kadın. Herkes zirveye çıkması için elinden geleni yaptı. Ona zirveye çıkana kadar elleriyle yardım etti. Hep arkalarındaydı, ailesi, arkadaşları, sevdiği erkekler. Ne zamanki zirveye çıktı, işte o zaman herkes onu zirvede yalnız bıraktı. Tek başına ne yapacağını şaşırdı. Bocaladı, içki, uyuşturucu iyi geliyordu ona. O zaman zirveden inip o insanlarla bir arada durabiliyordu.  Yoksa o ihtişamlı hayatın içinde neden bu kadar ölüme yakın olsun. Neden daha iyisini yapmak varken hayatına bile bile son versin.

Demek ki yalnızlık en büyük uyuşturucu. İnsanı günden güne zehirleyen ve öldüren. Şimdi yalnızlık güzeldir demeyeceğim. Elbette güzel yalnızlık, kafa dinleme anlamında. Kendine kalmak anlamında. Ama iş yalnız bırakılmaya gelince değişiyor. Herkes paranın, ünün, malın mülkün mutluluk getireceğine öyle bir inandırmış ki kendini gerçekleri bu yüzden göremiyor. Daha iyi bir hayat sunduğu su götürmez bir gerçek ama daha mutlu bir hayat kıldığı koca bir yalan. Bak kadın öldü gitti aşırı dozda yalnızlıktan.

Para yerine dost, arkadaş biriktirin. Bir gün onlar daha değerli olacaklar. Parayla satın alamayacağınız kadar.

26 Temmuz 2011 Salı

Nedensen Sustun

Şarkı değil bu.
Bir bencille bir yorgunun hikayesi.
Yani iki korkağın.

Üstüne tek satır yazasım yok hiçbir şeyin.
En iyisi bir sigara içip uzanmak.



24 Temmuz 2011 Pazar

Didem Madak

Bir şiir okumuştum çok etkilemişti, sonra o şairin bir kaç şiirini daha okudum. Daha sonra ise internette bulduğum bütün şiirlerini okudum. Harika bir dili, anlatımı vardı. Şaşırmıştım, hayran kalmıştım. Zaten bu yüzden kendi yazdıklarıma asla şiir demedim. Deseydim onların yazdıklarına hakaret ederdim. Biraz önce sözlükte profilime baktım, o sıralarda okuyup beğendiğim bir şiirine yazdığım entry oylanmış, şaşırdım. Aklımda acaba kim nerden bulup oyladı diye düşünceler kol gezerken sol tarafta  ''Didem Madak (10) başlığını gördüm. Tıklamam ile kısa bir şoka girmem bir oldu. Nasıl desem bilmiyorum. Yüzüm düştü, içim cız etti. Hiç konuşmadık, görüşmedik. Fakat bir şekilde ulaşmıştım ona. O bana geri dönmese bile beni okuduğuna eminim. Üzüldüm, kansermiş. Küçücük bir kızı varmış. Annesiz, şairsiz, şiirsiz kaldı. Mekanı cennet olsun. Bu dünyadan gitmeden ona bir merhaba deyip teşekkür ettim en azından. Şimdi gönderdiğim maili okudum, daha kötü oldum. ''Güzel Hayatlar Dilerim'' yazmışım son satırda. Dilemek yetmiyormuş.

Ahlar Ağacı

"bir ilaç içsem bari diye düşündüm,
biraz kolonya sürünsem,
ferahlasam, pencereyi açsam.
şöyle bir şey yazdım sonra:
yağmur, çamurlu bir elbise dikiyor şehre
sıkılıyoruz hepimiz bu çamurlu giysinin içinde.
berbattı,
bir şiire böyle başlanmazdı.
iç ses diye söylendim,
ardından yıldırım gürses...
aptal aptal güldüm bir de buna.
ayşecik vazoyu kırıyor
ve 'tamir et bakalım' diyordu babasına.
yapıştırsam da parçalarını hayatımın
su sızdırıyordu çatlaklarından.
karnabahar kızartmıyordu asla
başrolde kadınlar.
güçlü bir el silkeledi beni sonra
sanırım tanrı’nın eliydi.
sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan.
binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi,
çok şey görmüşüm gibi,
ve çok şey geçmiş gibi başımdan,
ah...dedim sonra
ah!
iç ses, diye söylendim
çocukken şöyle dua ederdim tanrı’ya:
tanrım bana hiç erimeyen,
kırmızı bir bonbon şekeri yolla.
eski tül perdelerden gelinlik biçerdik
kardeşimle kendimize durmadan,
olmayan çayları,
olmayan fincanlardan içerdik.
olmayan kapıları açardık,
olmayan ziller çaldığında.
siyah papyonlu olurdu mutlaka
resim defterimizdeki damat.
yedi günde yarattığımız dünya
mutlu olurduk pastel koksa.
ve şimdi şöyle dua ediyorum tanrı’ya:
olanlar oldu tanrım
bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!
kaybolmak istemiştim bir zamanlar
kapının arkasında yokum demiştim
ve divanın altında da.
bulamazsınız ki artık beni,
hayatın ortasında.
kaybolmak istemiştim bir zamanlar
beni kimse bulamazdı
tanrı’nın arkasına saklansam.
o kocamandı,en kocamandı o.
bir kız çocuğunun hayalleri kadar.
bir zamanlar kendimi
bulunmaz hint kumaşı sanmıştım.
kaç metredir benim yokluğum?
benden daha çok var sanmıştım.
benim yokluğumdan dünyaya
bir elbise çıkar sanmıştım.
dünyanın çıplaklığına bakmaya utanmadan
sonunda ben de alıştım.
ah...dedim sonra,
ah!
güzin ablası kitaplar olan bir kızdım,
içim sıkılmasa o kadar
tek bir satır bile okumazdım.
taş bebeğim ters çevrilince ağlardı
bir derdi var derdim.
derdimi demeyi ben taşbebeğimden öğrendim.
ninni derdim,ninni bebeğim!
cam gözlerini kapardı,naylon kirpiklerini.
plastik gözkapaklarının ardında,
bilirdim rüyaları yoktu bebeğimin,
gözyaşları da.
ağladıkça tükürüğümden sürerdim gözaltlarına.
bu kadar kolay harcamazdım rüyalarımı,
kırmızı çantamda bayram harçlıklarım olmasa.
insan çıtır ekmeği ısırdığında,
kırıklar dolar kucağına,
işte orası umudun tarlasıdır.
ve orada başaklar ağırlaştığında,
sayısız ah dökülür toprağa.
iç ses, diye söylendim
ve ah dedim sonra,
böyle ah demeyi beli bükük bir ahlat ağacından öğrendim.
dallarına salıncak kurardı çocuklar,
hızlı yaşanan bir hayatın şarkılarıydı salıncaklar.
meyveleri tatsızdı
eski bir lanetten dolayı
herkes dişlerdi acı meyvelerini,
ve herkes söverdi ona.
ismini yazardı herkes onun bağrına,
ah derdi o. ah!
bıçağın ucundaydı insanların hafızası
insan unutandır
ve insan unutulmaya mahkum olandır.
tanrı şöyle derdi o zaman:
ah!
ne çok dikeni vardı ahlat ağacının tanrım,
ulaşılamazdı,
sen sarılmak istesen ona,
o sana sarılmazdı.
ne çok dikenin vardı tanrım!
ne çok isterdim,
sana sarılamazdım.
ve şöyle derdim o zaman:
ah!
ahlat ahların ağacıydı,
yaşlanmaya başlayanların,
itiraf edilememiş aşkların,
evde kalmış kızların.
ahlat ahların ağacıydı,
cezayir nasıl cezaların ülkesiyse,
öyleydi işte.
ve etimoloji eti’lerden kalma
bir zaman birimiydi yanılmıyorsam.
ve yanılmıyorsam yalnız insanların,
kahvaltı edip ağladıkları pazar sabahları yokmuş o zaman.
mesela o zamanlar
mutsuz olduğunda insanlar,
yok olurmuş bazı dakikalar.
gülümsedim o sıra,
bazen sevinirim,
sevinmek nedense hep yedi yaşında
ve ah... dedim sonra,
ah!
bazen ah diyorum durmadan,
şimdi ben ahlatın başında,
otuz iki yaşımda.
ahlar ağacı gibi.
rengarenk çaputlar bağladım yıllarca dallarıma,
mavi, mor,kırmızı ve yeşil,
istedim,hep istedim,
sen iste derdim,iste yeter ki
vereyim.
her istediğimi verdim.arttım,fazlalaştım,
eksikli yaşamaktan.
ahlar ağacıyım,gibisi fazla.
başka bir şey istemem
artık beyazlaşan üç-beş tel saçıma,
hesabımı vermekten başka.
vasiyetimdir:
dalgınlığınıza gelmek istiyorum
ve kaybolmak o dalgınlıkta.
at arabasıyla kağıt toplardı
her sabah çingene kadınlar.
üst üste yığılırdı buruşuk kirli kağıtlar
şaşırırdım
kadınların mı yoksa kağıtların mı memeleri kocaman?
bir zamanlar öfkem beni zora koşardı.
kızıl yelelerim yapışırdı terli alnıma
ne eğere gelirsin ne de semere derledi bana,
yeniden doğmuş olurdum oysa,
öldüğümü sandıklarında,
yalnızca kağıtlarda iyi koşan bir at olarak.
vasiyetimdir:
en güçlülerinden seçilsin
beni taşıyacak olanlar.
ahtım olsun,
yükleri ağırlaşsın diye iyice,
tabutumun içinde tepineceğim.
bir göl vardı evimizin karşısında,
mavi gözleri olan,
kara yağız bir şehirde yaşamışım meğer yıllarca.
ya siz,
nasıl bilirdiniz çocukluğunuzu ey cemaat?
nasıldı
öldürdüğünüz birinin cenaze namazını kılmak?
ilk üç vişneyi verdiğinde bahçedeki ağaç
annem sevindiydi hatırlarım.
ah demişti.
ah!
üç küçük kırmızı dünya verilmişti sanki ona.
annem çok sevinmelerin kadınıydı.
bazen sevinince annem gibi,
rengarenk reçeller dizerim kalbimin raflarına.
annem çok sevinmelerin kadınıydı,
sıcak yemeklerin.
başına diktikleri o taş,
ne zaman dokunsam soğuktur oysa.
ben okşadığımda ama,ısınır sanki biraz.
iç ses!
bu bahsi kapa!
mutfağa gidip domates çorbası pişirdim.
çoktandır öksüz olan mutfakta
buğulandı ve ağladı camlar,
gözyaşlarını kuruladım perdelerin ucuyla.
çoktandır öksüz olan dünyaya baktım,
allah babasıyla baş başa kalmış insanlara,
poşetin tamamını beş bardak suya boşaltınca,
sanki biraz rahatladım.
kazanlar dolusu çorba kaynatsam sanki,
artık kimse mutsuz olmayacaktı.
ah...dedim sonra,
ah!
iç sıkıntımla çektirdiğimiz bu fotoğrafta,
aynı vampir gibi çıkacağız.
kırmızı çorbama ekmek doğrayınca,
sanki biraz ferahladım.
karıştırdım ve iç ses diye fısıldadım:
hala aç mısın?
bir tren geçti yine tam o sıra
ustura gibi kara,
düdük çala çala,
geçti şiirimin ortasından.
kes şunu dedim,kes artık!
oldu olacak,
kan kardeşi olsun ruhumla yollar.
merak ederdim,
kesik başları ve sarı ışıklarıyla
nereye gider bu insanlar?
raylar uzanırdı içimde kilometrelerce
bir kara yılan gibi,
bilemezdim menzil neresi?
ah...dedim sonra
ve acilen makas değiştirdim.
iç ses, diye söylendim,
raydan çıkma bundan sonra.
kuyruk sallardı,
annemden kalma maaşım
her üç ayın sonunda.
sevinirdi,
kocaman bir kara kediyi okşamış gibi ellerim.
sarımsak kokulu fötr şapkalı amcalarla,
muhabbet ederdik kuyrukta.
bizler sarımsak kokan uzun bir dizenin,
fötr şapkalı kelimeleriydik,
çürük dişlerimizle bizler,
dökülmüş harfler gibi kelimelerden,
saf ve pembe gülümserdik.
bizler her üç ayın sonunda yeniden doğan bebeklerdik.
neden ilerlemiyor bu kuyruk derdik,
neden hep aynı yerdeyiz,
hayattan söz edilirdi,
zor denirdi,
ve ardından susulurdu mutlaka.
fötr şapkalı amcalardan biri
ah derdi sonra,
ah!
kuyruk öfkeyle kıpırdanırdı o zaman.
bir arap şairi şöyle demiş,
savaşta yenilen halkına,
ağlamayın,ağlamayın,acınız azalır

uzun bir dize dayardı hayat her sabah karnıma
şiir için düelloya gelmiş bir sevgili gibi,
sorardı:
daha yazacak mısın?
hayır derdim,
artık yazmayacağım.
ama şöyle denir:
kılıç çeken kılıçla ölür.
ama şöyle denir:
kaderden kaçılmaz.
ama yazgısını yaldızlı çokomel kağıtları gibi,
tırnaklarıyla düzeltemiyor insan.
yıllarca biriktirdim
rengarenk çokomel kağıtlarını kitap aralarında.
aşık olduğumda,
çikolata kokardı kırmızı yazgım.
hayatıma hayat diyemem artık.
sarı yazgım her sonbahar onu
biraz daha fazla,ömür yaptı.
maviye de, yeşile de dili dönmez ömrümün artık.
kara yazgımı şimdi kim bilir
hangi kitabın arasında saklıyorsun tanrım?
ah.. dedim sonra
ah!

iç ses, diye söylendim,
başımda rüzgar vardı
başımda uğultular...
kalbim usulca kıpırdardı
ve ses çıkarırdı dokununca
çan çiçeğiyle karıştırırdı onu belki
bir başkası olsa.
başımda rüzgar vardı,
yine esiyordum
hızla dönmeye başladı kalbim
rüzgargülüyle karıştırırdı onu belki
bir başkası olsa.
başımda uğultular...
fırtına çıktı sonra,
yaşadığını anladı kalbim,
böyle yaşanamaz derdi
bir başkası olsa.
bir zamanlar meydan okumak isterdim.
kaç meydanını okudum da bu hayatın.
yalnızca iki harfini öğrendim:
a
h!
ah benim nergis kokulu cehaletim...
ruj lekeleri bıraktın bardaklarda
anlatmak isterdin kendini durmadan
bir bardağa bile olsa.
ne diyecektin, ne söyleyecektin
şairlerin şahı olsan,
bir ah’dan başka.
ah benim nergis kokulu cehaletim
bana yıllarca, bunca sözü boşa söylettin.
ah!
güçlü bir el silkeledi beni sonra
sanırım tanrının eliydi,
sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan,
çok şey geçmiş gibi başımdan
ah dedim sonra,
ah!
iç ses, diye söylendim.
gel!
ahlar ağacından sen de biraz meyve topla.
vasiyetimdir:
bin ahımın hakkı toprağa kalsın''

19 Temmuz 2011 Salı

Dış Görünüş

Karar vermede ilk nokta. Belki de en önemli nokta. Bir insana yaklaşmadan, konuşmadan, atılan ya da atılmayan adımın sebebi, en belirleyici unsur. Ne kadar doğru peki? Hep yanlış çıkıyor değil mi? Bugün yıllardır görmediğim eski bir arkadaşı gördüm. Merhaba, nasılsın faslından sonra çalıştığı yerin adını söyledi. Orada bir arkadaşım çalışıyordu. Adını söyledim, tanımıyorum dedi. Tarif ettim, yine tanımıyorum dedi. Eski bir eleman olduğu için tanımaması, bilmemesi imkansızdı ve benzeri olduğu ünlü ismi söyledim hatırladı  ve ekledi;

- bize gelmez, muhabbetim yok.
+ neden.
- bizi aşar, bize gelmez.

Lan neden sana gelmesin, niye seni aşsın. Konuşmamasının, muhabbet etmemesinin tek sebebi uzun saçları, küpesi ve giyim tarzı. Tamamen dış görünüşü sebebiyle. İtici bir görünüşü yok bana göre, aksine farklı ve hoş bir hali var. Ayrıca yaptığı iş, konuşmaları ve yaşı gereği bir çok insandan farklı gelir. Daha bir severim bu yüzden. En sevdiğim özelliği kendi olanlardan, olmayı başarmaya çalışanlardan. Ama gel gör ki, onunla bir kelam etmemiş adam adını duyunca yüzünü ekşitiyor 'he o mu'  diyerek. Neyse dedim bu cümlelerden sonra pastane kapanmadan gideyim ben.

Öyle güzel yargılıyoruz ki ve öyle güzel asıyoruz ki tanımadan insanları. Sonra pişman oluyoruz, ''ya ben seni farklı düşünmüştüm, böyle hayal etmemiştim. Çok farklı ve iyi biriymişsin.'' lan senin aklın, düşüncelerin ve ön yargın ne kadar kötü bunun farkına varamadın ki yıllarca ve hiç varamayacaksın ömrün boyunca.

İnsanları dış görünüşüne ve elbiselerine göre asmayın ve değersiz yargılarla değer vermeye çalışmayın. Dün ''izle'' dediğim filmde çok güzel bir cümle vardı.

''Asıl ucuz olan ne biliyor musun?
5 kuruş vermeden savurduğunuz yargılarınız.''

Öyle hesapsız ve pervasızca harcıyoruz ki yargılarımızı, sonunda pişman oluyoruz. Özür diliyoruz gerçekler kendinden geçtikten sonra. Elbiseyle adam olunsaydı, denize kimse şortla girmezdi. olmadı di mi ahahah. Neyse o özlü sözleri yazasım yok, anladınız işte. Ben mesela öyle farklı birini (bana göre kendi olan) gördüğüm zaman aynı ortamda isem mutlaka konuşur, bir şeyler paylaşırım o anın keyfini çıkarırım. Ama insanlar işin en ucuzuna kaçıyor. Konuşmak, dinlemek ve anlamak yerine tek itibar ettiği şeye yöneliyor. Ona her zaman yön veren süper gücü düşüncelerine.

Aldanmayın, insan kendini kalbinde taşır. Bir bez parçasına, iki üç tutam kıl, tüye bakıp karar vermeyin. Kararsızlığınız ve düşüncesizliğinizden başka bir şey değil bu.

İyi Şi'y'irler

Kısaca

Fotoğrafım
Email: sivilpalyanco@gmail.com