31 Aralık 2010 Cuma

2bin 1bir

Unutamayacağım bir yılı geride bırakıyorum. İkinci bir hayat belki de. Şans, insanın yüzüne bir ya da iki kez bilemedik üç kez gülermiş. Birincisinde çok pis sırıttı bana, ucuz atlattım. Aklımda kalan ''küüüütttt'' diye bir ses ve içimdeki sesimin söylediği bir kelime ''gidiyorum'' sonrası boşluk saniyeler süren en uzun boşluk. Herhalde ömrümün sonuna kadar aklımdan çıkmayacak.

Sonrası hep komedi, şu bendeki sinir pek az kimsede var diye düşünüyorum. Manzaraya bak şimdi. Yerde acı içinde kıvranıyorum. Göl haline gelmiş su birikintisi içindeyim, yağmur bir yandan, rüzgar diğer. Üşüyorum, yüzümü göremiyorum ama yüzümden akan şeyin yağmur damlaları olmadığının farkındayım. Elimi yüzümde gezdiriyorum. Yağan yağmurun rengi kırmızı :)) elim kıpkırmızı. Aldırış etmiyorum, inan etmiyorum. Kafamı kaldırıp ayaklarıma bakıyorum, şükür diyorum hafifçe hareket ettiriyorum, o an buna seviniyorum. Başımı kaldırıma dayayıp sağ tarafımın üzerine kıvrılıyorum.

Hep küfür ederdim o bilinçsiz ve telaşlı kalabalığı yaralı insanın başında gördüğümde televizyonda. Ambulans gelene kadar adam hayattaysa ne mutlu ona. O an hatırladıklarım;

- Arabaya atalım hemen.
- Adam ölüyor.
- Boynunun altına bir şey koyun.
- Ambulans geç gelir bu trafikte, tutalım arabaya koyalım.
- Adın ne.
* Çarpan arabanın plakasını alın.

Palyaço- Ellemeyin, dokunmayın bana, ambulansı arayın yeter, bilincim yerinde kendimdeyim. Sadece omuzum kötü. Yüzüm hariç, göremiyorum ya.

Aradan 10 dakika geçti, o telaşlı kalabalık bana dokunamamanın, iyilik yapamamanın derin üzüntüsü içinde kahroluyor. ahaha cidden bak, içi içini yiyor hepsinin. Birisi yine kalabalığı gaza getirmeye çalışıyor.

- Bu ambulans gelmeyecek, şu arabaya atalım hemen.

Acı içinde adamalara nasıl bağırdım biliyorum.

- dokunmayın banaaa, ambulansı arasın birisi (sinirden ağlamaya ramak var)

Böyle diyince haliyle sustular, neyseki 15 dakika içinde geldi ambulans. Sonra ver elini hastahane. Ambulansta ilk müdahaleyi yaptılar. Yüzüme hemen sargı bezi pamuk vs. Acil tarafından giriş yaptık. Acilde ilk olarak pansuman odasına soktular. Sağ gözümün üstünde sargı bezi varmış ve nasıl bir kırmızı renge bürünmüş anla işte.

- omuzun ve burnun kırıkmış galiba, şimdi yüzüne pansuman yapıp dikiş atacağız. Ama gözünde de sorun var gibi.

+ Bilmiyorum.

Doktor suratıma dikişleri attı, sıra geldi gözüme. Gözümde bir şey yok diye düşünüyorum, tabi o manzarayı görmediğim için. Zaten kapalı gözüm, sol gözle bakıyorum. Sargı bezini gözümün üstünden kaldıramıyor doktor. Hani böyle yaraya bakamazsın, için kalkar, suratını ekşitirsin ya aynen öyle bir surat ifadesi.

Ben ne yaptım o an? Güldüm, bildiğin güldüm doktorun o haline.

- bi şey yok, gözüm sağlam, korkmayın.

Doktordaki rahatlamayı anlarsın artık. Sonra sedye üstünde oradan oraya sürüklenme macerası. İnsanların acı dolu bakışları içinde ''yaşıyorum, hayattayım ya sen ona bak'' diyememek.

En komik anları ise hastane odasında yatarken yaşadıklarım.

hemşire- geçmiş olsun, trafik kazası mı?
palyaço- evet, trafik kazası.
hemşire- arabayı siz mi kullanıyordunuz?
palyaço- yok, ben kendimi kullanamadım.

Sol kol parmaklar dahil kullanamamaktayım.Vücuda sarılı, aleni olarak bellidir ve bütün serumlar iğneler sağ koldan yapılmaktadır. Artık serum için taktıkları kelebek eskidiği için yenisini takacaklar ve eskisini çıkarır hemşire hanım.
İğneyi koldan çıkarır, pamuğu kan çıkan noktanın üstüne getirir ve

hemşire- pamuğu bir kaç dakika basılı tutun.
palyaço+ neyle?

Ameliyattan sonra röntgen çekilmek üzere röntgen odasına gidilir. Görevli stajer hemşire ya da öğrenciler vardır.

- Şimdi hafifçe sağa dönün.
- Şimdi yan durun.

Sol elimi tutar hiç beklemediğim bir an.

+ Bıraaak (diye bağırırım bir güzel kurbağa gibi.)
+ Tutuşalım desem sapık muamelesi yaparsınız.

Röntgen odasındaki herkes yarılır.

En komiği Hasan amca galiba. Tam karşımdaki yatakta yatıyordu. 93 yaşında, aklı gelip gidenlerden(diye biliyorduk).

Her boş kaldığında üstündeki nevresimi kafasına geçirip bir şeyler yapıyordu. Herkesin düşüncesi aynıydı, ''yazık yaşlı, ne yaptığını bilmiyor''. 3 gün boyunca
üzerindeki nevresimi kafasına geçirip bir şeyler yapıyordu, kimse buna bir anlam veremeyir ve kızıyordu.

Nevresimin iç yüzü daha sonra anlaşıldı. Üzerindeki parayı nevresimin içine atmış Hasan amca ahahah, gitti paralar tabi, her gün değişiyor nevresimler.

Asıl el bombası ise annemden geldi. Dedim ya acı içinde kıvranırken bile gülüyordum, bu sefer gülme krizine girdik ikimiz.

Kolumda saat yok, telefonumu kullanamıyorum. Saati sorup duruyorum, yataktan pek kalkmadım bu süre zarfında.

- Anne saat kaç?
+ üç.

Kafamın üzerine doğru bir bakış atıyor, bir kaç saniye geçiyor ve saati söylüyor. İçimden arkamdaki duvarda saat var herhalde diye geçiriyorum. Bu yaklaşık 3 gün sürüyor.

- anne saat kaç?

bir kaç saniye duraksama ve

+ yedi.

saatlerde hemen hemen söylediği saatler genelde üç aşağı beş yukarı tutuyor. Sonra tuvalate gitmek için yataktan kalkıyorum, gidip geliyorum. Geldiğimde yatağın üstüne oturuyorum ve etrafa bakınıyorum. En son aklıma arkamdaki duvarda asılı duran saat geliyor.

Duvara bakıyorum saat yok. Ulan 3 gündür annem duvara bakıp saati söylüyor, nasıl olmaz saat. Annem geliyor.

- anne saat nerede?

cevap veremiyor, gözleriyle işaret ediyor, orada der gibi.

ikimiz de aynı anda nasıl kopuyoruz anlatamam. Aralıksız yarım saat gülüyoruz. Manzara da kol sargılı omuz ve burun kırık, suratta dikişler yara bere içindeyim. gülmekten yerlere yatacağım o halde.

3 gün boyunca oksijen tüpünün göstergesini saat zannetmiş. Bana üzülmekten aklı gitmiş kadının, ''ben ne yaptığımı biliyor muyum üzüntüden'' diyor sonradan. :)

Bu kadar şeyi niye yazdım, hayat kısa be arkadaşlar en berbat anımda bile gülüyordum. Daha kötü olsa yine güler miydim? gülerdim büyük ihtimal. Arada yazmadığım bir çok şey var gülme krizlerine girdiğim dalyaço ile beraber. Şimdi mi sıkı sıkıya sarılmadım hayata ama güzel tarafından bakmaya çalışıyorum. En azından o tahmin ettiğim, tahmin ettiğimiz kadar uzun olmadığının farkına vardım, aydım.

Ve en gerçek şeylerden bir tanesini arkadaşımın abisi suratıma vurdu. Tek bir soru sordu bana herkesin dediğinden farklı bir şey. Sustum kaldım karşısında, belki verecek bir cevabım vardı ama veremedim, sustum sadece.

Onun için hayat kısa, ertelediğin şeyler sensin aslında. Kendini, mutluluğunu, hayatım benim dediğin hayatını erteliyorsun.

Mutsuzluk yanı başında, soruyorum sana, Kim mutlu ki? en mutlu diye düşündüğün insan bile mutsuzluktan ölüyor. Onun için mutsuzum diye söylenme, erteleyerek es geçtiğin mutlulukları yakala ve keyfini çıkar. Çünkü hayat bana verdiği gibi ikinci bir şansı sana vermeyebilir. Ölüm sana ne kadar uzak değil mi? Bana da öyleydi, halbuki her an ensemdeymiş, kırmızı burnumun ucundaymış. Öldüğünü düşündün mü hiç? Ben bu süre zarfında düşündüm. İçimde neler kalırdı diye düşündüm. Çok şey kalırmış meğersem. Sevgi sözcükleri bunun en başında geliyor. Söylenmemiş cümlelerin hasreti dudağımda kalırdı. Yapamadıklarım, yapmak istediklerim.

Yarın diye bir şey yok. 2011'de bunu aklına yerleştir ve öyle yaşa.

Mutlu yıllar yerine;

Sevdiklerinle, hayallerinle, gerçekleşenlerle, gerçekleştireceklerinle

Mutlu bir hayat diliyorum Hepimize.

Ve son bir şey, bir çoğunuzla yüzyüze gelemesek de, çok uzun şeyler paylaşamasak da sizi seviyorum.

Uzaklardaki Kız

En son ne zaman yüzyüze geldim diye düşündüm. 4 yıl geçmiş üzerinden. 4 yıldır görmemişim. 48 ay, 1460 gün çok saat eder. gözden ırak olan gönülden iran oluyor mu? bence olmuyor. aksine özledikçe daha da seviyorsun. özlendikçe daha da seviliyorsun. dile gelmiyor ama bir şekilde her iki tarafta bunu biliyor. bir kız var uzaklarda; yıllar önce hayatıma girmiş, sevgisinden bana da bulaştırmış. bir sevgiyi yumak haline getirip bin yapıp birinin etrafında sevgi çiti yapmış ya da tanımsız bir şey işte. bu yüzden herkes kıskanmış onu, nefret etmiş. sevgisini, gülüşlerini, emeklerini, güzelliğini her şeyini kıskanmışlar. sesi bile bir başka güzel, gülüşleri gibi. çok şey var ona ait aklımda bunlardan bir tanesi şu;

''uzak bir şehirde can sıkıntısından internet cafeye girdim, geçtim bilgisayarın başına. maillerime, üye olduğum sitelere baktım. can sıkıntısı had safhada yine. msn'i açtım, bir kaç kişi vardı online olan.

en sevdiklerimden bir tanesi daha online idi. selamlaştık, ordan burdan konuştuk. sonra nerede olduğumu sordu. bulunduğum sokağı, cafe ismini sordu. haliyle bir anlam veremedim. biraz daha konuştuk. 'ben işyerindeyim, öğle yemeğine çıkmam gerekiyor' dedi ve gitti. yine başbaşa kalmıştım kendimle. aradan 5 dakika geçti. bilgisayara öyle bir kaptırmışım ki kendimi, ne cafedekileri, ne içeriye girip çıkanları görmüyorum.

arkamda birisi varmış. halen farkında değilim. öyle bir sarıldı ki boynuma, canım diyordu sarıldıkça. sesinden tanımıştım biraz önce konuştuğum güzel insandı ve o an hıyatımda yüzlerce kez sevdiklerime sarılsam da unutulmayan sarılmalara girmişti. hatırladıkça yüzümde eşsiz bir tebessüm oluşturur o güzel insan.''

öyle samimi, öyle içten, öyle sevecen, menfaatsiz sevenlerden. bir bir nefret etse de, sırayla kötülük yapsa da bu uzaklardaki kıza sevdikleri, değer verdikleri hiç değişmedi benim için yeri. en güzel yerlerden birini ona ayırdım ve hep öyle kalacak. biraz önce korkuyla karışık bir ses tonu ile sordu; ''iyi misin'' diye. elbette iyiyim, sesini duyup kötü olmamı mı bekliyorsun. uzun uzun konuşuldu ve konuşma biterken halen şen kahkahalar atılıyordu. hep mutlu ol uzaklardaki kızım, dolareboistim. :)

''bir kız var uzaklarda,
çıtı pıtı simsiyah gözleri olan
kısacık saçları al yanakları,
özünde sevmek olan

tanımadığı hayatların mutluluğu için uğraşan,
onlar için uykularını kaçıran
bir kız var uzaklarda
sevmekten yola çıkan
bir sevgiye binlercesini katan,
onların mutluluğundan kendine pay çıkaran

bir kız var uzaklarda
başkalarının hayallerini kendi hayallerinden üstün tutan
bir kız var uzaklarda
kalbimde en üst köşede yerini alan.''

23 Aralık 2010 Perşembe

Yalnızlık Kırıntıları

An sızın önüne çıkar temizlediğini düşündüğün ne varsa, kıyısına köşesine dökülmüştür. uzun zaman sonra fark edersin halının altına birikmiş tozlar gibi o kırıntılarda gözünden kaçmıştır. dönersin geçmişine, yeniden yaşarsın geçmemişçesine. işte o zaman an sızın olur. tam şuranda, sıkışırsın ona. anılar sıkıştırır, pişmanlıklar sıkıştırır, keşkeler dile gelir. susturamazsın sessizliğini seni sağır eder, içinden haykırırken.

sokakta, otobüste, evinde, bir kitabın sayfaları arasında, yemek yerken, uyumadan önce, sabah uyandığında, eğlenmeye çalışırken, gülerken, ağlarken kısacası yaşamaya çalışırken yalnızlığın tokat gibi vurur suratına. kırıntılar bir bir çıkar karşına.

bir kare ya da yüzlerce kare fotoğraf ikinizin olduğu.
bir iltifat, sadece onun ettiği.
bir şarkı, yalnızca ikinizin sevdiği.
bir yıldız, ikinizin tuttuğu.
bir hayal, ikinizin kurup gerçekleştiremediği.
bir çiçek, ellerinde solan defterin arasında saklanan.
bir hediye, kimsenin senin gibi anlamlandıramadığı.
bir sarılış, onun gibi kimsenin sarılamadığı.
bir öpüş, dudaklarına nokta olarak koyduğu.

dökülmüştür her bir yere
yalnızlık kırıntıları
kimsenin anlam veremediği
atıyor sandığı kalbinin
kırıklıkları
temizleyemez onları
gecenin bir yarısı
akıttığın gözyaşları.

16 Aralık 2010 Perşembe

Merhabalar

Merhaba, yaşamak için can veriyordum. :Faydası oldu gibi, gibi. Uzun ve komik bi yazı yazarım buraya. Çünkü, acı içinde gülmekten kıvranıyordum.

İyiyim, hayattayım. :))

Hayat çoooook kısaymış kıymetini bilin.

9 Aralık 2010 Perşembe

Eski Bir Saçmalık (saçmalı yorum-3)

Yıllar önce bir evdeyim, tek başıma. radyoda bir şarkı çalmaya başlıyor. şarkıyla beraber önümdeki deftere bir şeyler karalıyorum, dur durak bilmeden yazıyorum. sayfalara kusuyorum adeta içimde ne varsa. ne yazdığımın farkında bile değilim. sonra bir arkadaşım geliyor, okuyor yazdıklarımı. soruyor, kim yazdı bunları? ben diyorum, gülüyor, inanmıyor. tıpkı dalyaço'nun inanmadığı gibi. zararı yok. yırtıp attım belki o satırları, arasam bulurum belki de, saklarım acıları kıyıda köşede. gece ne kadar güzelmiş, gece alıyor seni koynuna, yalnızlığın başucunda. ikinize de yer var. soru sormuyor, cevaplamıyor. gece sessiz, seni dinliyor, içindeki sesi dinliyor, kulak veriyor sana. bu yüzden seviliyordur ha ne dersin? ağlayamamak ne kadar gariptir bilir misin? yaşların içine içine aktığını bilirken, içe ağlamak, içine akıtmak. içe akıyor her şey, dolup taşıyor da kimse görmüyor ama hainlik sende. göstermeyen sensin. boyaların öylesine kaliteli ki hiç akmıyor yüzünden. fakat her şey okunuyor gözlerinden. gözlerinin rengi acı, acının en koyusu. bakanların gördükleri kahverengi, anlayanların gördükleri acı. o da aynısını diyor, ne garip şey şu ölmek. doğmak gibi, gibisi fazla doğmak işte. isterdim, öylesine çok isterdim ki. bu yüzden, yiyiyiyz, dedim kendime, dedim de dinletemedim. yıllar önce bırakmış olmasaydım şu anda çok başka olurdu durumum. iyi ki diyorum bir yandan, zaten derdim değil unutmak. saçların böyle ne kadar güzelmiş meğerse. bırak hep öyle kalsın, öyle hatırlayayım seni. lütfen diyorum lütfen sus. sorma sebep, neden arama. bırak, kendi haline bırak bazı şeyleri. bazı şeyler var anlatılmıyor, anlatılsa da bir önemi yok, o yüzden sus. tek kelime etme, et ya da susmak en güzeli. bir cevap bekleme. cevaplar bende değil. cevaplar ne, şıklar ne, soru ne, sorun ne bilinmez. boğazım yanıyor. yangın yeri ortalık. bir zamanlar bir yerlerde yine aynı şarkıyı dinliyordum, her gün onlarca kez. dinleyip dinleyip bir şeylere kahrediyordum. geçti, bitti bir şekilde. şimdi yine o radyodaki, o bir zamanlar yine dinlerken bir şeyler yazdığım şarkıyı dinliyorum. ağlama diyor. ama bilirim ağlar. bir keresinde bir otobüs terminalinde öylesine bir haykırdır ki ilk defa görmüştüm onu böyle. ara sıra yankılanır gitme diye haykırışları. demek ki sevmek böyle bir şey. dokunamıyorsun, göremiyorsun, anlatamıyorsun sadece hissediyorsun. hissetmek ademoğluna verilen en güzel duygu belki de. çok hissettim ya da çok hislendim. hislerim bazen hissederim. bir yük esasında, istemeden binen omuzlarına ve taşıyorsun dek ömrünün sonuna. devrik olan şeyler güzeldir, takma kafaya. devrik bir adam biliyorum, uzaklarda. her akşam bir kadeh daha. sabahtan başlıyor, rakının gözüne gözüne vurmaya. neler gelip geçiyor aklımdan bilmiyorum. karman çorman hayatlar, birbirine karışmış, unutulmuş sözler, suratlar binbir şey geçiyor. durduramıyorum. satır arasını boşver, zaten oku diye yazmıyorum. okumanı isteseydim sayıklamazdım, saçmalardım. yağmurun ne güzel bir melodisi var, saatlerce pencerede dinleyebilirim. üşüsem de açık pencere. anlatılmaz bir huzur veriyor her bir damlanın yere düşüşü, bulutların yanaklarından yere süzülüşü. bulutların yanakları varmış biliyor musun? güldün itiraf et. ben güldüm buna, çünkü inanırım yazdığım masallara. yazdığım, oynadığım, inandığım en güzel masal oldu. uğruna verdiğin savaşlar sonunda kazandığın zaferleri bir düşünsene. yara bere içinde vücudun ve ödülün kocaman bir hiç. paramparça etmişsin her bir hücreni hayat denilen şey uğruna. bu saatten sonra ödülün en güzelini alsan ne olur? bir kere küsmüşsün, küstürmüşler seni, kırmışlar, incitmişler, yaralamışlar çocuk kalbini büyümeden. o çocuk yazmış ''şimdi düşünüyorum da, niye büyüdüm ki?'' halen o soruyu sormakla meşgul, yıllar öncesine ait bir soru işte. sorular bazen hiç cevaplanmıyor. tıpkı aramaların gibi cevapsız kalıyor. gökyüzü nasılda hırçın, nasılda sinirli, nasıl ağlıyor, şılgın ne demek bilir misin? şılgın yağıyor gözlerinden. bulutları çok üzmüşler anlaşılan. yoksa niye ağlasınlar bu kadar. eyvallah derdi hep. eyvallah. şarkının ismi mi boşver. bir de sen eşlik etme bulutlara. çok var.

7 Aralık 2010 Salı

Hüzün Sarısı

Sana her renk yakışırdı. Mavi bir elbise giysen deniz gibi olurdun, dipsiz, derin, dalgalarının tadına doyulmayan. Yeşil bir elbise en çok yakışandı, nefessiz kalırdım doyasıya seni çekerken içime. Kırmızı da alev alev yakardın, bitmek bilmeyen ihtiraslar uyandırırdın. gece, sen ve ben. Pembe de bir başka mutluydun, hayallerin en ulaşılmazını ulaşılır kılardın. Turuncu da çılgındın, ufak bir kız çocuğu gibi, nazın bile bir başka güzel gelirdi, bilmezsin nasıl sineye çekilirdi.

Sonra bir sarı peydah oldu, nerden geldiği bilinmeyen. Kara bir bulut gibi çöktü bedenine. Sen değildin sanki o. Bir zamanlar rüzgarla dans ederdin, şimdi rüzgarda savruluyorsun oradan oraya. Yorgun, bitkin bir halin var gibi. Ellerin buz kesmiş, dillerin lal. Söylesene neden bu sessizlik, kimden bu kaçışlar. Siyahın matemi bile güzel dururken teninde, hiç yakışmamıştı bu hüzün sarısı ne üzerine ne de gözlerine.''

6 Aralık 2010 Pazartesi

Dört Duvar Yalnızlığı

İçeri girmeden anahtarları ararsın. Zil'i asla çalmazsın. Elini çantaya ya da cebine atarsın. Kapıyı açarsın, ayak seslerinden başka ses yoktur sonra ışıkları yakarsın, içerideki karanlık değil, içindeki karanlık aydınlansın diye. Üstünü başını çıkarır, en rahat elbiseleri giyersin, televizyonu açarsın. Sessizliğine bir ses eşlik etsin diye. İzlemesen bile bir ses duymak istersin. Belki bir şarkı, belki haberler, belki saçma bir program yeter ki ses olsun evin içinde. Bir yere kadar konuşuyor insan içindeki sesle.

Sonra karnın çoktan zil çalmaya başlar. Canın en güzel yemekleri yemek istiyordur ama yiyemezsin, geçmez boğazdan o yemekler tek başına. Her zaman yaptığın gibi ekmek arası, aparatif ne varsa atıştırırsın. Yoksa eski günlerdeki gibi çatalı tabağın içinde dolaştırıp durursun, tek lokma yiyemezsin.

Gazete, kitap ya da güzel bir film. Bir şeylerle meşgul edersin kendini. Fayda etmez, bu gerçek ansızın suratında patlar bir tokat gibi. seni anlatıyorum di mi? Ne çok var yaşayan dört duvar yalnızlığını. Duvarlar üstüne üstüne gelir bazen. sıkar seni boğar, daralırsın. Bir kadın tanıdım. evinin duvarları boydan boya tablolarla doluydu ve kitaplığı alabildiğine kitaplarla. Duvarlar üstüne üstüne gelmesin diye. Yaşamamak için bu yalnızlığı. Görmemek için yalnız duvarları örtmeye çalışıyordu yalnızlığını. Bilirsin yalnızlık güzel bir beste olsa da çalmasını bilene, birine yaslamak istiyor insan sırtını duvarlar yerine.

Ama olmuyor işte. Bazı şeyler var ki asla gerçekleşmiyor. En güzel ilaç olsa da yaralarına yalnızlık bir gün azıyor, o yaralar kabuklarını kaşıtıyor farkında olmadan. Sonra bir yama arıyorsun delik deşik yalnızlığına. Kendine kalıyor insan eninde sonunda ama yok biliyorsun o yama'da eskiyip gidecek bir gün, sökülecek yerinden ve acıtacak izleri sökülürken.

Yine de güzel dört duvar yalnızlığı. Yoksa nasıl olacak en sevdiğin ses içindeki ses?

demiş işte adamın birisi;

''yalnızlığımda onlarla birlikte yaşamakta bulamayacağım bir mutluluk buluyorum.''

5 Aralık 2010 Pazar

Eski Bir Saçmalık (saçmalı yorum 2)

hayat sana biraz önce epey küfür ettim. haberin olsun. dur aynı şarkıyı tekrar dinlemem lazım kezlerce. evet hayat diyordum, çok küfür ettim diyordum, vazgeçtim diyordum. derken bile vazgeçemiyordum. şarkı nasıl güzel biliyor musun? bilemezsin, aynı anlamı yükleyemezsin. beni bu yağmurlar mahvetti. iliklerime kadar ıslandım, sırılsıklamım. çay bir yanımda, sigara elimde. kaç tane içtim bilmiyorum. şarkıda bir yer var, nasıl çağırıyor biliyor musun? gel diye. gidiyorum. bedenim burada ruhum kaybolmuş gitmiş. aramıyorum zaten, adres belli, sahip belli. azad olmak isterken bütün herkes, köle olmayı yeğlemek. yeğledim. kül tablası dolu ağzına kadar. kibrit çöplerini hep kutunun içine atıyorum ve ne zaman elimi atsam yeni bir sigara yakmak için yanmış bir kibrit çöpü geliyor kutudan. şansızlık mı, gülüyorum. kutup ayısı elinde kadehiyle şerefe diyor. onun bu haline bitiyorum. zevkini çıkarıyorum. farkındayım çok güzel saçmalı yorum. savaşlar olmadı hiç, savaşlarım olmadı bu boyaların sebebi savaş değildi aslında. gerçekten, gerçekler, gerçek neydi bilmedim. biliyormuş gibi de davranmadım. kızdım mı? kızdım. sustum mu? sustum. öpünce geçmiyor çünkü. düşünüyorum aklım bambaşka yerlerde, aklım gitmiş benden, odaklanmışım aynı saçmalığa. saçmalık mı bilemiyorum. zaten her şeye saçmalık diyorum. ne kadar güzel olurlarsa olsunlar, umurumda değil. gülümsetmiyor beni. nefesimi kesiyorum bazen, onların kesmesine izin vermeden. onlar anlamadan ben bitiyorum. bitmek güzel şey. onlar sana zarar vermeden yerle bir etmek seni, belki de en güzeli. son kararı senin vermen ve onların soru sormasına izin vermeden üç nokta koymak saatlerdir küfür ettiğim hayata. cümleler her şeyi açığa çıkarıyormuş gibi gelse de saklar esasında. ''demek istedikleri'', demek istediklerim ne ben bile bilmiyorken sen o çok yaşayan aklınla anlamazsın. giz, olduğundan değil. ne olduğunu da boşver. sorularla gelme. canını acıtabilirim. incitsen de incitme, bu kez incitebilirim. geriye dönüp bakınca parçalar hiç oturmamış yerine. hep bir şeyler eksik, yarım kalmış, tadı dudaklarımda. aynı özlem, duruyor halen başucumda. gömüyorum, kimseye göstermeden, örtüyorum üstünü. yerini sadece ben biliyorum, dayanamıyorum tekrar gün ışığına çıkartıyorum. bakıp bakıp duruyorum. çay-sigara belki de sakinleştirici. durmadan ardı ardına içebilirim. iyi geliyor ya da iyi geldiğini düşündüğüm için, iyi hissetmek için içiyorum. buradan anladığın iyi değilim değil mi? iyiyim ben iyiyim de o iyi değil. o'nun kim olduğunu boşver. yaşadım! bugün de yaşadım. sebebini bilmediğim günler gibi tıpkı ya da sebebini bilmediğin günler. bağlanılan yer hayat, sinyal gücü az. neden mükemmel değil, çözemedim. öyle bir düğüm ki, atan ben, çözmeye çalışan ben. ama düğüm çözülmek istemiyor. gitgide kördüğüm halini alıyor. aklımın uçları birbirine karışmış, yarım aklımın. bu arada şarkı halen devam ediyor. delilik mi? hadi oradan diyorum. yaptığın şu hayatta yaptığın en akıllıca şey ne ki? ya da var mı? gördüğüm manzara ne biliyor musun. mutsuzluk, kocaman bir mutsuzluk. kime baksam, yüzümü kime dönsem mutsuz. mutsuzluktan ölüyorlar. bir ordu var mutsuzluktan kan revan içinde, yaraları kimsenin görmediği, göremediği kalplerinde. mutluluğa çok şey addetmişler, öyle ki ulaşamacakları ne varsa mutluluk olarak bellemişler, hafızalarına böyle kazımışlar. suratlar üzgün, suratlar yaşlanmış, her birinin feri sönmüş gözlerinin. aldıkları ilk yaranın darbesiyle yığılıp kalmışlar. yüksekten yürüyorsan rüzgarı hesap edeceksin. üşümeyi göze alacaksın. ama bunlar donuyor resmen. resimler, sarı tebessüm, sararmış sevgisizlikten. gülüşler acı, gülüşler artık eksik bir tane. kim yarım bırakmışsa ona yanıyorsun alev alev. bir sigara daha yaktım gördün mü? çok içiyorum farkındayım. içmek denmez esasında bildiğin yiyorum. sürekli kopan bir şeyler var, tam bağlayacakken inceldiği yerden. hayat ne tuhaf değil mi? darbeler üstüste geliyor ummadığın yerden. keşke söylemek istediklerini söylebilse insan. hani çocuklar ağzına geleni söyler ya o hesap işte. kalbine gelenleri söyleyebilsen ne güzel olur. ama içindeki ses sadece kulaklarına fısıldıyor. içindeki ses avaz avaz haykırırken senden başka kimse duymuyor ve anlatacak çok şey varken susuyor. bir yerden sonra susmanın en güzel cevap olduğunu öğreniyorsun. çünkü duymak isteyen yok karşında. gözlerin boşlukta, ellerin avuçlarında buz kesmiş, buz keser mi? kesiyor. bugün 70 yaşlarında yalnız bir kadını ziyaret ettim. görmüş geçirmiş, hayatın en güzelini yaşamış, zenginliğin, lüksün en ulaşılmazına ulaşmış belki de. hani mutluluk diye addedilen bir olgu ya zenginlik. sana göre öylesine mutlu. ama her kelimesinde hüseyin diyor. halen hüseyin diye bir adamı yaşatıyor. sanki yanıbaşında hüseyin amca. ölmemiş, gitmemiş. yalnızlığını kitaplarla doldurmuş, her gün bir tane okuyor. duvarlar yağlı boya tablo dolu ve bir müze sanki evi, her köşede ayrı bir güzellik ama umurunda değil. koskoca ev bomboş biliyor musun? ona göre. duvarlar üstüne üstüne gelmesin diye her bir köşeyi doldurmuş. dört duvar yalnızlığını yaşamamak için. onu ayakta tutan ise ziyaretine gelenlerin sevgisi. ''yalnız yaşanmıyor'', palyaçocuğum dedi. gözleri dolu dolu. bu cümleyi söylerken kafasını kaldırıp duvardaki fotoğrafa baktı. kimbilir kaç kez içinden binlerce kez ah dedi. bir sürü çocuk okutmuş biliyor musun? onlarla ne kadar mutlu anlatamam. bir tanesini yakından tanıyorum, dilini bile bilmediği ufacık çocuklara uzak diyarlarda gelecek hazırlıyor şimdi o ufak kız. yalnız mı yalnız ama mutlu. fidanlar yetiştiriyor güzel bir hayat için. dört duvar yalnızlığını yaşadın mı hiç? yaşama sakın. koca ev ayaklanır üzerine üzerine gelir, boğar seni her bir kapı açışın, izler vardır, her adımında önüne çıkar. adımların geri geri gitmeye başlar. kapı duvar gibi, duvar kapı gibi, yalnızlığın kapı duvar, sıkışmışsın arasında sesin bir o duvara bir bu duvara en sonunda acı bir gerçek gibi suratına çarpar. gözler ele veriyor insanı. gözler çok şey anlatıyor. gözler insanın kalbini açığa çıkarıyor, farkına varabilirsen, görebilirsen ya da görmek istersen. bu oyunu oynamak yordu biraz. ne yaşadın ki? yoruldun? işte tüm kösele bu. sorun yaşadıkların değil, sorun yaşayamadıkların, yaşamak istediklerin ama sadece hayallerde. halen umut edebiliyorsun. al işte bir tuhaflık daha sana. umut mutsuzun ekmeği. bitse de tükense de bayatlasa da her gün bir lokma daha yiyorsun. çünkü başka umarın yok, umut etmekten başka. umutlar tükenirse işte o gün tükeniyorsun. batarya, batıyor ya. o kadar güzel saçmalıyorum ki, işte bu yüzden delileri çok seviyorum. gülüp geçiyorsun onlara, aldırış etmiyorsun söylediklerine. ne ukala, ne kendini beğenmiş diyorsun deliler için. görünüşüne, hareketlerine anlam vermiyorsun, vermek istemiyorsun. deli deyip kestirip atıyorsun. keşke diyorum kestirip atabilseler. ne kadar memnun olurdum anlatamam. ama bir kere yapıştırmışlar sana yaftayı. buna göre hareket etmek zorundasın ömrün boyunca. keşke diyorum, biliyorum keşkelerimden ben sorumluyum, ben suçluyum. düzeltilebilir mi elbette. ama o heves yok işte. geçmiş, geçmiş ama ben halen geçmemiş. geçemedim bir türlü. ezilirken bile altında, asla indirmedim, indiremedim halen sırtımda, taşıyorum çocuksu bir gururla. karışmış, her şey birbirine karışmış, sadece fotoğraflarda gülen bir adam biliyorum, öyle de güzel gülüyor ki. gülümsemesi seni de gülümsetebilir. içinde bir deniz var, yüzüp yüzüp boğulduğu. kapalı, neyin kapalı olduğunu boşver. o denizin tek sebebi işte, kapalı olmasına borçluyum diyor. kimisi bir insanın gözlerini unutumaz, kimisi bakışlarını, sarılışlarını, öpüşlerini, dokunuşlarını, seni seviyorum demelerini, anlamsız iltifatlarını, gülüşlerini. bir insanda unutulmayacak çok şey vardır. sırtı gibi. giderken sırtını döndüyse eğer ona ait hatırladığın tek şey sırtı olur. sözler bazen yaralar. saplanır kalır bir yerlerine, dokunur hatta acıtır. bir bıçak gibi keser. kanar kanar da senden başka kimse göremez. hele de söylenmeyen sözler. dilinin ucuna getirip getirip dile getiremediğin sözler. tutulur nutkun, tutuldu nutkum. biraz önce yine ıslandım. bu sefer bilerek. amaç yağmuru hissetmek. gökyüzü ağlıyor dedim, o bile ağlıyorsa sen ağlamışsın çok mu? çok. güneşli günlerin acısını tadıyor belki de ne dersin? yıllar bir kurşun gibi ağır, sözler beynine saplanıyor. bu sinir kime ait bilmiyorum. öfkeli, sinirli insan susar mı? susar. susadım, öyle çok susadım ki, seraba varamadım. oysa çok yakındaydı ama oysa. di'li geçmiş zamanları sevemedim belki de bu yüzden. her şey dün gibi üzerinden ne kadar geçerse geçsin. bu aynadaki sen misin? değilsin. paketin birisi boşalırken diğeri doluyor izmaritlerle. herkes odanın sigara koktuğundan dert yanar? kimse sormaz niye içiyorsun diye. vardır elbet içenin bir derdi. rahmetli, hep 'unutuyorum' derdi. her gün uykuya değil, ölüme yatardı. ancak uyurken unutuyormuş. tam şurası, iyi bak tam şurası diyorum, görebiliyor musun? gördüysen tek kelime etmem bunun üzerine, anlamışsındır. bazen kelimelere gerek kalmaz. bir iz, bir bakış yeterlidir çok şeyi anlatmaya. hayat dediğin, cidden hayat dediğin şey ne? kime sorsam, kime baksam aynı kapıya çıkıyor. hayat eşittir dört nokta. asla derdim olmadı, etmedim, etmem de. zaman geçiyor, zaman bitiyor. niye, neden, nasıl bilmiyorum ama bitiyor bir şekilde. tıpkı yılların nasıl bittiğini fark edemediğin gibi. yıllar önce çektirdiğin fotoğraflara baktığında kendine bile inanamıyorsun, bu ben miyim? diye soruyorsun ve evet sensin o. ne kadar da yaşlanmışsın, ne kadar da değişmişsin, ellerine baksana ufacıkmış, daha büyük acılara tutunmak için zamanla büyümüş. yaşlılık meğer ne kadar zormuş. hapsediyorsun kendini kendine, biri çalarsa kapını ne ala, çalmazsa otur ağla yalnızlığına. çok var demiş. bende de çok var ama halen buralardayım. sınırları zorluyorum. sınırıma gelene kadar. güldüm desem inanır mısın bu kadar satırdan sonra. inanma ben olsam hiç inanmam. yine de güldüm, gülümsedim. gülüm seni dim. gülüm settin. gülümsendin. boşluk var son gülümsendi de.

4 Aralık 2010 Cumartesi

Gözlerindeki Sır

İnsanın gözleri sırlarla doludur.

Gözleriyle susar. Öyle bir susar ki yeter konuşma dersin artık.
Gözleriyle güler. Bir kez daha görmek için neler neler vermezsin o gülüşü.
Gözleriyle öper. Tıpkı palyaço'nun dediği gibi ''o gözlerimden öperdi ben gözlerimlen''. Gözleriyle öpüşür. Dudaklarına dokundurur gözlerini ara sıra, öyle bir öper ki silinmez izleri.
Gözleriyle gider. Ardına bakamaz asla, çünkü sen varsın.
Gözleriyle söyler. Konuşmadan seni sevdiğini.
Gözleriyle vedalaşır. Tek kelime etmeden, Yutkunur o ara gözleri.
Gözleriyle hatırlar. Boşluğa bakıp bakıp seni getirir aklına.
Gözleriyle seyreder. Uçsuz bucaksız mavide denizi değil seni hisseder.
Gözleriyle sarılır. Sımcıcak, doyamaz gözlerini gözlerine değdirir sımsıkı.
Gözleriyle koklar. Gözbebeklerini, içine içine çeker.
Gözleriyle okşar. Saçlarını, baktığı her telde gözlerinin izi.
Gözleriyle tebessüm eder. Yüzüne yüzüne, yüzünün en güzel tebessümü oldun diye.


İyi bak, kimisi gözlerinde taşır kalbini.



Bu kadar gözden sonra gelelim esas gözlere. Bu film için çok şey diyesim var, amma velakin diyemiyorum. Bulun, buluşturun izleyin, izlettirin. 46 kere izledim, yine olsa değil zaten var izliyorum canım sıkılmadıkça.

Özellikle belirteyim japonca link verdim. En güzel sahnelerden birisi. Filme ismini veren her şey orada açığa çıkıyor. Yıllar yıllar sonra.





Bu da flemenkçe, en sevdiğim sahnelerden bi tanesi. özellikle 01:13' den sonrası. filmi tek kelime ile özetliyor. ''Budala'' bir insan bu kadar güzel budala diyebilir.

o budala kimbilir kim? :))

http://www.youtube.com/watch?v=IHEBiTWzfAk&feature=player_embedded

Kısaca

Fotoğrafım
Email: sivilpalyanco@gmail.com